İçinde 989 yolcu bulunan Almanya MayerWerft tersanesinde inşa edilen Estonya Feribotu 28 Eylül 1994’te, Baltık denizinde kıyıya yakın bir mesafede bir kapağın açılması nedeniyle gece yarısı 00.50’de su almaya başlar. Sular 50 santim yüksekliğine ulaştığında yan yatar. Bir saat boyunca sular yükseldikçe gemi daha fazla yan yatar ve gemi 1.50’de batar, olayın yaşandığı yer kıyıya çok yakın olduğu için birçok TV kanalı batışı bir saat boyunca canlı yayımlar.
Gemide bulunanlardan 137’si gemiyi terk ederken, yeteri kadar can yeleği olduğu halde tam 852 kişi gemide kalır ve boğularak, hayatını kaybeder. Facianın sebeplerini araştıran davranış psikolojisi uzmanları kazada ölenlerin neden kurtulamadıklarını, kurtulmak için neden bir gayret göstermediklerini detaylı bir şekilde araştırır.
Kurtulanlar ve boğulanların yakınlarıyla yapılan görüşmede gemide bulunanların yüzde 98’inin kendi başına kıyıya yüzebilecek kadar iyi yüzme bildiği görülür. Peki, bir saat boyunca neden mi gemiyi terk etmediler?
Su miktarının artmasıyla birlikte tahliye işlemi başlar. Ancak bine yakın yolcudan sadece 137’si tahliye işlemini yakından takip eder, tahliyeye rağmen suyun azalmadığını görür ve feribotu terk eder. Bu arada diğer yolcular ne mi yapar?
Kurtulanlardan geriye kalan 852 yolcu ise gemi kaptanının sözlerine kanarak su boşaltma işlemini izler. Sular yükselip gemi ağır ağır batmasına rağmen yolcular gemiyi terk etmez. Kalanlar endişelendiğinde kaptan “panik yapmayın dünyanın en güçlü feribotundasınız” anonsunu tekrarlar.
Bir saat sonra feribot tamamen yan yatarak sulara gömülür.
852 yolcu feribotun su aldığını ve yan yatmaya başladığını görmelerine rağmen son saniyeye kadar batışı izler. Bu çarpıcı vaka ‘Estonya Feribotu Sendromu’ olarak anlatılır.
Evet, gemi sağlamdır, ancak sorumlular görevini yerine getirmedikleri için, kapak açık kaldı ve geminin su alması engellenemedi. Engellenemediği de yolculara hiçbir zaman söylenmedi. Yolcular da felaketin geldiğini gördükleri halde gördüklerine değil; kaptana inandılar. Bir kısmı batışın farkında değil; farkında olanlar da sadece kendilerine yetecek can yeleklerine sarılmış geminin sağlamlığından dem vuruyor.
Halk, Estonya feribotundaki yolcular gibi gördüğüne değil; reisin söylediğine inanıyor. Belki de son kapak; ‘göçmen-sığınmacı’ kapağı da ardına kadar açılmış, devletin yan yattığı açık, seçik görülüyor, ancak kimse batana kadar inanmıyor. Feribot yolcuları gibi ancak batınca inanacaklar.
Herhangi bir psikoloji kitabında ‘Estonya Feribotu Sendromu’ teşhisinin yer almadığı iddia edilmekle beraber böyle bir sendromun varlığını ve yaşandığını kurtulanlardan ve hayatını kaybedenlerin yakınlarından öğreniyoruz.
Kaptanın sorumsuzluğundan kaynaklanan facia ‘geliyorum’ diyerek geldi, ancak gemideki hiç kimse kaptanın yanılabileceğini düşünerek ‘ya batarsa’ demedi. Kaptan kadar olmasa da geminin batabilme ihtimalini düşenler sessiz kalarak suça oldukları gibi; akıllarını kullanamayarak gemide kalanlarla da sorumludur.
Karanlıkta konuşan, olmayan birçok şeyin olduğunu söyleyebilir. Düğmeye basılıp, ışık yakılınca neyin olup olmadığı herkesin görülebileceği şekilde ortaya çıkar. Işıkları, kapatanlar kadar, yakmayıp insanları karanlıkta bırakanlar gerçeğin görülmesini sağlamayanlar da sorumludur.
İnsanlar yaşadığı veya yaşamadığı çevre, okuduğu veya okumadığı kitaplar, tanıdığı veya tanımadığı insanlar nedeniyle birbirinden farklı görüşte olurlar. Bilenin bilmeyene karşı öğretme sorumluluğu vardır. Öğretmediğinizden kimseyi sorumlu tutamaz, ‘benim gördüğümü nasıl göremiyor’ diyemezsiniz. Olguyu öğretmezseniz algıyla yönetileni suçlayamazsınız. Görülmesi gereken gösterilmeli, unutulmaması gereken hatırlatılmalıdır..