Geçtiğimiz hafta, ülkemizde yeni yeni gelişen demokrasi sürecimizi kesintiye uğratan 12 Eylül 1980 Darbesinin 41. Yıl dönümüydü.
Demokrasilerin tam işlediği ülkelerde bırakın darbe yapılmasını, darbelerden ve muhtıralardan söz etmek dahi mümkün değildir.
Demokrasi kültürünün yerleşmediği ülkelerde ise, iki türlü darbeden söz edilebilmektedir.
- ASKERİ DARBELER;
Siyasetçilerin anlaşmazlığı ile başlayan gerilimin sokağa taşması ve ülke de can güvenliğinin kalmamasını gerekçe göstererek askerlerin yaptığı darbelerdir.
Ülkemizde yapılan ilk askeri darbe olan 27 Mayıs 1960 darbesi de, bu türün bir örneğidir.
1960 da darbe öncesinde iktidarda bulunan Demokrat Parti ‘nin Genel Başkanı Adnan Menderes ile Ana Muhalefet Partisi CHP’ nin Genel Başkanı İsmet İnönü arasında ki uyuşmazlık giderek sertleşmişti.
DP’ ye oy vermeyen Osman Bölükbaşı’nın memleketi olan Kırşehir ilçe yapılırken, muhalefet liderleri bazı illere sokulmamış, hatta canlarına kast edilmişti.
Siyasi ortam giderek daha da gerginleşirken, DP İktidarının TBMM’ de ki sayısal üstünlüğünü kullanarak uygulamaya koyduğu “Tahkikat Komisyonunun” Yarattığı baskı ve özgürlükleri kısıtlaması, bardağı taşırmıştı.
Üniversite öğrencilerinin de sokağa dökülmesi üzerine Asker, darbeyle yönetime el koyuyor ve yeni yeni gelişmeye başlayan çok partili demokrasimiz ilk darbeyi almış oluyordu.
**************************
1980 öncesin de ise, iktidarda bulunan Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel ile Ana Muhalefet Partisi CHP’ nin Genel Başkanı Bülent Ecevit’in giderek sertleşen tartışmaları sonucu, uzun bir süre TBMM Başkanı seçilemiyor ve gerilim sokaklara da yansıyordu.
Sonradan çok daha iyi anlaşıldığı gibi dış güçlerin de rol oynadığı bir kurgu sonrası (Darbe sonrası ABD yetkililerinin yaptığı, “Darbeyi bizim çocuklar yaptı” açıklaması) üniversiteli gençler sağcı ve solcu olarak karşı karşıya getirilmişti.
Siyasi liderlerin bir araya gelerek bir türlü anlaşamaması nedeniyle olaylar giderek artmış, hemen her gün onlarca masum bilim adamı, gazeteci ve öğrenci öldürülürken, üniversitelerde ve sokaklarda can güvenliği kalmamıştı.
Ne yazık ki, siyasetçilerin ülke yönetiminde yaptığı hatalar ve inatlaşmalar, darbe fırsatı kollayan güçleri harekete geçirmiş ve Türkiye bir kez daha askeri darbe ile karşı karşıya kalmıştı.
Bu iki darbenin sonrasında da darbeyle yönetimi ele geçiren askerlerin bir süre sonra yönetimi sivillere bırakması, ülkemizde ki darbeleri Ortadoğu, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde ki kalıcı olan askeri darbelerden ayıran tek özelliktir.
Ama ne şekilde olursa olsun, darbeleri haklı gösterecek hiçbir gerekçe olamaz.
Üzülerek söylemek gerekirse, ABD’nin ülkemiz ile 1950 yılında yardım amaçlı başlattığı ilişkiler, Kore Savaşına asker göndermemizle birlikte ülkemiz aleyhine işlemeye başlamıştır.
Zaten 12 Eylül Darbesi ve FÖTE Tarikatının kalkıştığı 15 Temmuz Darbe girişimi ile ülkemizin bugün yaşadığı demokrasi sorunlarının arkasında ki güç de ABD’ dir.
ABD, kendi çıkarları doğrultusun da Türkiye’nin güçlenerek Ortadoğu’da hâkimiyet sağlamasını sürekli engellemiştir.
Tam bağımsızlık sesleri yükselip de topluma yayılmaya başladığında ise, Türkiye üzerinde hesabı olan dış güçler, içimizde ki ajanlarıyla kurguladığı çeşitli ayrıştırmalarla (Mezhep, Sağ-sol veya din merkezli ayrıştırmalarla) gençlerimizi birbirine kırdıran senaryoları işleme koymuş, sonunda da bu ülkenin geleceği olan gençlerimizin ve aydınlarımızın yok edileceği darbelere zemin hazırlamıştır.
12 Eylül Askeri Darbesi, ülkemizin tam bağımsızlığını savunan ve ülkemizin geleceği olan aydınlık yüzlerini ve vatansever genç kuşağını yok ettiği gibi dinimizi çıkar aracı haline getiren bazı tarikatların da önünü açarak, geleceğimize ve demokrasimize en büyük darbeyi vurmuştur.
Bir büyük kötülüğü de sadece siyasi parti liderlerini yasaklamakla kalmayarak, tüm yanlışlarına rağmen siyasi birikim ve deneyime sahip çok sayıda siyasetçileri de yasaklayarak, ortamı siyasi deneyimi olmayanlara bırakmıştır.
17 yaşında bir çocuğu yaşını büyüterek asacak kadar gözü dönmüş bu darbeciler, Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin kara sayfalarında yer alacaktır.
**********************************
- SİVİL DARBELER;
Hemen söylemek isterim ki, darbelerin en tehlikelisi demokrasiyi kullanarak yapılan sivil darbelerdir.
İran, Tunus, Irak ve Suriye’de ki sivil diktatörlükler de hep demokrasi ile gelmiştir.
Sivil darbeciler seçimlerle iş başına gelirken, nasıl kalıcı olabileceklerinin zeminini de hazırlarlar. Bunun en geçerli yolu ise, tek adama dayalı “Başkanlık Sisteminin” kurulmasını sağlamaktan geçmektedir.
Çünkü tüm yetkilerin tek bir kişiye verildiği rejimlerde, ülkenin yönetimini eline alan kişinin vereceği her türlü kararı uygulamaya koyabilmesi mümkün olabilmekte ve bu kararlarda demokrasinin kuralları zorlanarak olsa, uygulanabilmektedir.
Bu konuda önemli olan, “Başkanlık Sisteminin” topluma kabul ettirebilmesidir. Bunun yolu da ülkede Anayasa değişikliği yapılacak bir referandum yaptırılmasını sağlamaktan geçer.
Eğer bu talep, iktidarda olan ve mecliste ki çoğunluğu da elinde bulunan partiden geliyorsa, alınacak bir çoğunluk kararı ve yapılacak bir referandum ile önce “Başkanlık Sisteminin” önünü açacak Anayasa değişikliği yapılır.
Nitekim ülkemizde bu yönde 2017 yılında yapılan bir Anayasa Değişikliği Referandumu ile “Başkanlık Sistemi’nin” yolu açılmıştır.
24 Haziran 2018 tarihin de yapılan Cumhurbaşkanlığı ve Genel Seçimler sonucunda ülkemizde de Başkanlık Sistemi’nin uygulanması resmen başlamıştı.
Şimdi sizlerle bu Başkanlık Sistemine geçişin çok öncesi bir tarihte basında da yer bulan ve Türkiye’de ABD’ i temsil etmiş olan bir ABD’ li dışişleri uzmanının, ABD Hükümetine yazdığı mektupta altını çizdiği sözlere değinmek istiyorum.
Bu ABD’ li dışişleri uzamanı, mektubunda şunları yazmıştı;
“Mustafa Kemal Atatürk Türkiye’de öyle güzel bir denetim sistemi kurmuş ki, Türkiye üzerinde ki bir yaptırıma giriştiğimiz de karşımıza önce Hükümet, onu ikna edersek bu kez TBMM, onu ikna etsek bu kez yargı çıkıyor. Onu da aşsak bu kez de ordu çıkıyor. O nedenle, Türkiye ile ilişkilerimizi ABD’ nin çıkarları doğrultusunda yürütebilmek için Türkiye’nin, tek kişiyi daha kolay ikna edebileceğimiz Başkanlık Sistemine geçmesi sağlanmalıdır.”
Bu pencereden bakınca, Amerika destekli Fetö Örgütünün kurguladığı Ergenekon Kumpası ile ulusalcı komuta kademesinin tutuklanarak ordunun darmadağın edilişini çokta yadırgamamak gerekir.
Son olarak da, demokrasinin beşiği olan Antik Yunan dönemi düşünürlerinden Platon’un demokrasi ile ilgili sözlerini paylaşmak istiyorum.
''Demokrasinin esas prensibi, halkın egemenliğidir. Ama milletin kendini yönetecekleri iyi seçebilmesi için, yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu sağlanamazsa, demokrasi otokrasiye geçebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar (Güçlü ve inandırıcı hitabeti olanlar), kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir. Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse önce oligarşi (Siyasi gücün birkaç kişinin elinde bulunduğu yönetim biçimi) olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar.''
*****************************
Tüm bu anlatımların altından çıkan sonuç, çağdaş bir yaşama ulaşabilmek için toplumun en üst düzeyde eğitilmesini sağlamanın şart olduğu gerçeğidir.
Ne yazık ki, ülkemizin de en büyük sorunu, eğitim düzeyimizin giderek düşmesidir.
SONUÇ;
Unutulmaması gereken en önemli şey de, ABD’ nin Türkiye’nin dostu olmadığını, hatta bölgemizde ki kendi çıkarlarını sağlamak için gerektiğinde en büyük düşmanımız olabileceği gerçeğidir.
Artık ülkemizi kimin veya hangi partinin yöneteceğinden çok, bu ülkenin Laik Sistemden ödün vermeden çağdaş dünyaya ayak uydurabilmesi için takım tutar gibi oy vermekten vaz geçerek, gerekli olan her türlü özgürlüklerin yaşanabileceği ortamı sağlayacak kadroların, iş başına getirilmesi şart olmuştur.
Bunun gerçek demokrasimiz için son şansımız olduğu da unutulmamalıdır.
Sağlık sorunları yaşamadığımız huzur dolu bir hafta dileğiyle