Belki çok kişiye iddialı gelecek ama ABD’ nin son yıllarda bölgemizde giderek artan sömürgeci tavırları, bu başlığı atmamı zorunlu kılmıştır.
Aslında ülkeler arası dostluk kelimesi zaten tartışmalı bir tanımdır. Çünkü ülkelerin dostluğu, ülkelerin karşılıklı çıkarları konusunda ortak bir noktada buluşması ile anlam kazanır.
Karşılıklı çıkarların dengeli paylaşılmasına dayalı bu anlayışın yara aldığı durumlarda, ülkeler arasında uyuşmazlık başlar ki, sonuçta özellikle komşu ülkelerin ve karşılıklı çıkar ilişkilerine dayalı ortakların karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz olur.
Mustafa Kemal, kurduğu Türkiye Cumhuriyeti için komşuları ve dünya devletleri ile olan ilişkilerinde, “YURTA SULH, CİHANDA SULH” parolasını boşuna ilke edinmemiştir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün benimsediği bir diğer ilke ise, kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tam bağımsız bir ülke olmasıdır.
Bunun gereği olarak da yaşamı boyunca bunun gereğini yaparak hiçbir dış borç almadan Osmanlı’nın 1. Dünya Savaşından kalan borçlarını öderken, diğer yandan da kendi öz kaynaklarımızı kullanarak binlerce Km. demiryolu ve onlarca fabrika yapmıştır.
Üzülerek söylemek gerekirse, Türkiye Cumhuriyeti ilk borcu Marshall Yardımı adı altında 1948 yılında Amerika’dan alarak borç bağımlısı olmaya başlamıştır.
İşte bu Marshall yardımı, Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığını kaybetmesinin de başlangıcı olmuştur.
Alınan bu borcun ilk diyeti, ABD’ nin çıkarları doğrultusunda hiçbir ilgimizin olmadığı KORE Savaşına asker göndermek olmuştur.
İlerleyen yıllarda ise, ülkemizi yöneten tüm sağ iktidarların ekonomimizi ayakta tutmak için başvurduğu maddi kaynak (Borçlanılan) merkezi Amerika’da bulunan İMF olmuştur.
Bir ülke eğer ekonomik bağımsızlığını kaybederek dışa bağımlı hale gelmişse, artık o ülkenin tam bağımsızlığı da söz konusu olamaz.
Son yirmi yılda ise, “İMF Borçlarımızı kapattık” iddiasında olan AKP İktidarı, İngiltere’de ki banker kuruluşlarından aldığı yüksek faizli borçlarla ülkemizi tüm Cumhuriyet Dönemlerin de yapılan borçların toplamından çok daha büyük bir borç batağına düşürmüştür.
Buraya kadar ülkemizin ekonomik bağımsızlığını nasıl yitirdiğini anlatmaya çalıştım. Şimdi de ABD’ nin bir NATO ülkesi olan ülkemize dayattığı düşmanlık ölçüsünde ki uygulamalardan söz etmek istiyorum.
********************************
Batılı ajanların uzun yıllar çabası ile dağıtılan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin büyük oranda güç kaybetmesi ile ABD dünyanın en güçlü tek ülkesi haline gelmişti.
Amerika giderek artan sömürgeci organizasyonlarını artık dünyanın hemen her kıtasında uygulamaya sokarken, dünyanın da en büyük sömürgeci ülkesi olmuştu.
Üniversite eğitimini ABD’ de de yapan ve uzun yıllar Amerika’da kalan değeli lise arkadaşım merhum Ertuğrul Çepni daha o yıllarda ABD’ da edindiği izlenimleri şöyle anlatmıştı;
Ertuğrul Çepni özetle, “Amerika’yı devlet başkanlarından çok, arka planda ki SENATO, PENTAGON ve CIA yönetir. Bu kuruluşların en büyük amacı Amerikan Halkının yaşam kalitesini ve konforunu yükselterek mutluluğunu korumaktır. Bu nedenle, ABD’NİN en çok ihtiyacı olan şey petroldür ve bunu sağlamak içinde büyük bir ekonomik gelire ihtiyacı vardır. ABD’ nin en büyük gelir kaynağı ise, silah sanayisidir. Bu silah pazarını büyütmek için de, kendi sınırlarına uzak ülkeler arasında çıkartılacak savaşlarda savaşan ülkelere silah satar.” Demişti.
İşte o Amerika, yıllardır Güney Amerika Devletlerinin yönetimlerini kendi çıkarları doğrultusunda oluşturma çalışmalarını, sonra ki yıllarda başta ORTADOĞU olmak üzere diğer kıta ülkelerinde de uygulamaya koymuştur.
Bu amaçla Ortadoğu ülkelerinde ki zengin petrol kaynaklarına sahip olmak için Ortadoğu ülkelerinin sınırlarının yeniden belirleneceği temeline oturttuğu BOP Projesini (Büyük Ortadoğu Projesi) uygulamaya koyuyordu.
Son on yıl içinde üzülerek tanıklık ettiğimiz Mısır, Libya, Irak ve Suriye’de ki yönetimler devrilirken, bu ülkeler iç savaşa mahkûm edilerek birbirlerine kırdırılıyordu.
Bu savaşların kazananı ise, bu ülkelere silah satan, eski gücüne ulaşan Rusya ile Amerika’ydı. Bunun yanında, başta Libya ve Irak olmak üzere Ortadoğu Ülkelerinde ki petrol kaynaklarını da kontrolüne alıyordu.
***************************************
BOP Projesinin gündeme gelmesi ile Amerika bu projede Türkiye’ye de bir paye olarak “Eş Başkanlık” görevini vermişti.
Amerika’nın BOP Projesi ile Ortadoğu ülkelerinin çıkarlarına sahip çıkan liderlerini devirerek başlattığı iç savaşlarla bu ülkeler kan gölüne dönüyordu.
Sıranın Suriye’ye gelmesi ve Suriye’de de iç savaşın başlaması ile güney sınırımızda tehlike çanları çalmaya başlıyor ve bir Kürt Devleti’nin kurulma çalışmalarına hız veriliyordu.
Bu arada Suriye ile olan sınırımız da Amerika destekli PKK ve DEAŞ ile İŞİD’İN bu bölgeye yerleşerek ülkemiz adına yarattığı tehlike, Türkiye ile ABD İlişkilerinin bozulmasını da hızlandırıyordu.
NATO üyesi olarak müttefikimiz olan ABD, parasını verdiğimiz uçakları ve savunma silahlarını vermeyerek ve bir başka ülkeden bu silahları almak zorunda kalan ülkemize yaptırımlar uygulayan ABD, artık bizim için bölgemizde ki en büyük tehdit olmaya başlamıştı.
Aslında bu durum hiç de şaşırtıcı değildi. Ama sürekliliği olan akılcı bir dış politika izleyemeyen ülkemiz, giderek aleyhimize gelişen bu süreçte de yaklaşan tehlikeyi görememişti.
Şimdi sizlerle bu süreçte yaşanan bazı şeyleri paylaşmak istiyorum;
- Yanlış hatırlamıyorsam, 1972 yılında o tarihlerde yayınlan AKİS dergisin de bir köşe yazısı okumuş ve “Bu Amerikalılar da ne hayal hayalperest” Diye düşünmüştüm. Eski bir Amerikalı asker kökenli strateji uzmanı o yazısında, “ABD Devleti halkının alışık olduğu yaşam kalitesini sürdürebilmek için en çok ihtiyacı olan şey petroldür. Petrolün en bol bulunduğu bölgeler ise, Ortadoğu’dadır. Ancak bu bölgede giderek güçlenen Türkiye’nin varlığı, Amerika’nın bu bölgede ki çıkarlarını engelleyebilecektir. Bu nedenle Amerika’nın önümüzde ki 50 yılda (İleri görüşlülüğe dikkat çekerim) Türkiye, Irak ve Suriye üçgeninde Amerika güdümünde tampon görevi yapacak bir Kürt Devletinin kuruluşunu gerçekleştirmeye zorunludur.” Diye yazıyordu. O yazının üzerinden 51 yıl geçmiş. Yaşananlara yorum yapmaya gerek var mı?
- Ecevit Koalisyonun çökertilişi; 2000-2001 yılarında iktidarda Bülent Ecevit Başkalığında ki koalisyon Hükümeti ülkemizde sıkça yaşanan ekonomik krizlerinden birisini yaşamaktadır. Kriz daha da büyüyünce, Dünya Bankası’nda görev yapan Kemal Derviş diye bir ekonomist Türkiye’ye geliyor veya birileri tarafından gönderiliyordu. Kemal Derviş, 13 Mart 2001 de Ecevit Hükümeti’nin Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanlığı görevini üstleniyordu. Kısa sürede aldığı katı tasarruf tedbirleri ile ekonomiyi dar boğazdan çıkartıyor ve ardından da erken seçim lafları ederek koalisyonu dağıtıyordu. Devlet Bahçeli’nin de erken seçimden nemalanma merakı sonrası yapılan erken seçimde, koalisyon ortağı DSP, MHP ve ANAP baraj altında kalarak TBMM dışında kalırken, çok yeni kurulmuş AKP’ ne ekonomisi düzeltilmiş bir iktidar adeta sunuluyordu. Tüm bu oluşumların arkasında Amerika’nın olduğu ise, o günden beri tartışılmaktadır. Tartışılan bir diğer konu ise, gözü Irak Petrollerinde olan ABD’ nin, Türkiye üzerinden Irak’a asker sokma talebine Ecevit’in onay vermemesi nedeniyle planlı bir şekilde iktidardan uzaklaştırıldığıdır.
- Yıl 2003. Artık iktidarda AKP Hükümeti vardır. Amerika’nın Irak’a Türkiye üzerinden asker sokarak işgal talebi bir kez daha gündeme gelir. AKP, bu talebi bir tezkere ile TBMM’ ne getirir. TBMM’in de yapılan oylamada, AKP’lilerin de destek oyları ile daha sonra 01 Mart Tezkeresi olarak anılacak bu talepte ret edilir. ABD bu tezkerenin ret edilmesin de, Türk Genelkurmayı’nın etkisi olduğunu düşünür.
- Artık Amerika’nın hedefinde Türk Genel Kurmayı vardır; O yıllarda Türkiye’de görevli olan Robert Pearson isimli bir ABD elçisinin ABD Hükümetine yazdığı şifreli bir mesajda ( Kripto), “Mustafa Kemal Türkiye’de öyle bir sistem kurmuş ki, Hükümeti ikna etseniz karşınıza TBMM çıkıyor. Orayı geçseniz karşımıza Yargı çıkıyor. Onu da aşsanız bu kez karşınıza asker dikiliyor. O NEDENLE, TÜRKİYE’DE Kİ ÇIKARLARIMIZIN SAĞLANABİLMESİ İÇİN TÜRKİYE’NİN BAŞKANLIK SİSTEMİNE GEÇMESİ SAĞLANMALIDIR” Diye yazıyordu.
ABD Büyükelçisi Robert Pearson, orgeneraller Aytaç Yalman, Şener Eruygur, Çetin Doğan, Hurşit Tolon, Fevzi Türkeri, Tuncer Kılınç ve Yaşar Büyükanıt'ın Amerikan menfaatlerine karşı çıktıklarını tespit ediyor ve karşı hamle olarak bu orgenerallerle diğer bazı üst rütbeli subaylar hakkında CIA ajanları vasıtasıyla bilgi topluyor. Kendi deyimiyle "özel kaynak verileri" olarak adlandırdığı bu bilgileri şifreli bir mesajla ABD’ ne gönderiyor. Pearson, Amerika'ya gönderdiği 22 Mart 2003 tarihli telgrafında bu konuyu ayrıntılı olarak şöyle anlatıyor:
"... (Türk generaller) Tayyip Erdoğan’ın davranışlarından büyük rahatsızlık duymaktadır. R. Tayyip Erdoğan güçlü bir müttefikimizdir. Orgenerallerin tutum ve duruşu, Amerikan menfaatlerinin korunması ve devamı açısından engelleyici olmaktadır. Orgeneral Hilmi Özkök’ün sadakatli duruşu mutlaka sahiplenilmelidir. Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök’ün emir ve talimatlarına uymadıkları gibi, Org. Hilmi Özkök'e her an muhtıra verebilirler. Bu bakımdan değerlendirildiğinde güçlü bir medya grubunun oluşturulmasına acilen ihtiyaç duyulmaktadır.
Bu ihtiyaç acilen giderilmelidir. Bu konu Recep Tayyip Erdoğan ile paylaşılmış olup "Gereğinin değerlendirileceği hakkında olumlu değerlendirmelerin yapıldığı ve yapılacağı" teyidi alınmıştır.
Pearson'un 2003'te Amerika'ya çektiği bu telgrafta adları anılan üst rütbeli ABD karşıtı Tam Bağımsız Türkiye duruşu sergileyen muhalif orgenerallere CIA merkezli operasyonlar başlatılıyordu.
İlk operasyon Org. Yaşar Büyükanıt’a uygulanıyor ve hakkında derlenen belgelerin önüne konması sonrası Org. Yaşar Büyükanıt, AKP iktidarıyla anlaşmak zorunda kalıyordu. Sonra ki aylarda ise, Genel Kurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök tarafından Amerikalılara hitaben kendisinden sonra Büyükanıt'ın Genelkurmay Başkanı olmasını tavsiye eden bir mektup yazdığı söylentileri çıkıyordu.
Bundan sonrası çorap söküğü gibi geliyor ve düzmece Ergenekon, Balyoz davaları ile Türk Ordusunun Genel Kurmay Başkanı da dâhil, Amerika karşıtı tüm üst rütbeli subayları tutuklanarak, ordu kademelerinden kopartılıyordu. Onların yerlerini ise, planlı bir şekilde ABD destekli Fetullah yanlısı subaylar alıyordu.
Bunlarla da yetinmeyen ABD, orduya sızdırılan Fetullah Örgütü bağlantılı askerler aracılığı ile 15 Temmuzda bir darbe teşebbüsünde bulunuyordu.
Tüm bunlar bir hikâye olmayıp, bu ülkede yaşayan ve yaşı 40 ve üzeri olan hepimizin gözleri önünde yaşandı.
Sonunda da, Türkiye ABD Elçisi Pearson’un ABD hükümetine önerdiği her şey aynen oluyor ve “Başkanlık Sistemi” ile yönetilmeye başlıyordu.
ABD, bu tavrı ile “Tam Bağımsız bir Türkiye’nin” dostu olabilir mi? Bırakın dostluğu, açık seçik ülkemiz için en büyük tehdit değil midir?
Bu sürecin anlatımından sonra değerlendirmeyi siz değerli okurlarıma bırakıyorum.