Türklerin 1071 yılında Anadolu’ya girişi ile başlayan ve çeşitli beylikler halinde devam eden Anadolu’ya yerleşme süreci, beyliklerin tek bayrak ve tek şemsiye altında toplanması ile Osmanlı Devleti Kuruluyordu.
Osmanlı Devleti kısa sürede hızla büyüyerek İstanbul’un fethi sonrasında, dünyanın en büyük imparatorluğu haline geliyordu.
Ne var ki, altı yüzyıl süren bu muhteşem saltanat, son dönemlerindeki kötü yönetimler ve askeri güç olmanın dışında bu büyümeye uygun olarak değişen ve gelişen dünya gerçeklerine ayak uydurulamaması sonucu hızla zayıflıyordu.
1. Dünya Savaşı’ndan da yenik çıkılması ile de Osmanlı Devleti parçalanarak dramatik bir şekilde yıkılıyordu.
Orta Asya’dan büyük göç sonrası Türklerin vatan bildiği Anadolu toprakları da, kaybedilen 1. Dünya savaşı sonrası büyük çapta işgale uğruyordu.
Son vatan toprağı Anadolu’nun da büyük bir kısmının işgal altına girmesi sonucu Türkler, Anadolu’nun ortasında sıkıştırılmıştı. İşgal edilen topraklarında ki Türkler zulüm görüyor, katlediliyor ve kadınlar ve kız çocukları tecavüze uğruyordu.
İşte böyle bir ortamda bir mucize gerçekleşiyor ve çaresizlik içerisinde kaderine razı olmuş bir millet, dünyaca yirminci yüzyılın en büyük komutanı ve siyasetçisi olarak kabul edilen Mustafa Kemal’in liderliğinde başlattığı Milli Mücadeleyi kazanarak son vatan toprağı Anadolu’yu düşmanlardan temizliyordu.
Buraya kadar yazdıklarımı sanıyorum çoğunuz da, “Ne diye bu bilinenleri yazıyorsun?” Diye soracaktır.
Evet, bunların çoğunun bizim kuşak tarafından bilinen gerçekler olduğunu ben de biliyorum. Ama öyle bir dönemden geçiyoruz ki, genç kuşaklara bunlar yeterince öğretilmiyor, hatta bu gerçeklerin çoğu yok sayılıyor. O nedenle, bundan sonra yazacaklarımın genç kuşaklar tarafından daha iyi anlaşılması için yukarıda ki giriş bölümünü yazmamın yaralı olacağını düşündüm.
**************************************
Kurtuluş Savaşını kazanarak ulusu esaretten kurtaranlar, yeni kurdukları Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin eskiden gelen tutucu alışkanlıklarından uzaklaştırılarak, batı dünyasının son yüzyıllarda yakaladığı çağdaş eğitim ve gelişmişlik düzeyine ulaştırmayı ilke edinmişti.
Bu ilke ile kısa sürede büyük bir atılım ve çağdaşlaşma mucizesini daha gerçekleştiriliyor ve eğitimde, tarımda, sanayileşmede, sanatta ve yaşam tarzında çağdaş dünyayı yakalama yolunda büyük değişimler sağlanıyordu.
Bunlardan belki de en önemlisi, Avrupa’nın büyük din savaşları sonrası çektiği sıkıntılardan kurtulmak için uyguladığı, din ve devlet işlerini birbirinden ayıran laik yönetim biçiminin ilke olarak alınmasıydı.
Bunlar yapılırken dikkate alınan kıstaslar, tabii ki dünyanın en büyük imparatorluğunu kurmasına rağmen dünyada ki değişim ve gelişmeye ayak uyduramayan Osmanlı’nın yaptığı hataların tekrarlanmamasıydı.
Dinler, Yüce Yaratan tarafından insanların birbirlerinin haklarına saygı göstermesi, her türlü kötülüklerden uzak kalması için gönderilmiştir. Bizler ise, dünyanın en son gönderilen dini olan İslam’ı kabul etmiş bir milletiz.
Dini duygular, Tanrı ile kişinin arasında kalması gereken ve insanların inandığı dinin kurallarını yerine getirirken her türlü gösteriş ve baskıdan uzak olmasını gerektirir. Bu, dindarlığın ve iyi insan olmanın da bir gereğidir.
İşte bu nedenle, yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran irade, Laik ve Çağdaş Hukuk ilkelerini esas olarak almıştır.
Çağdaşlığı yakalamanın ve her alanda ilerleyebilmenin tek yolunun eğitimli toplumdan geçtiğini görmüşler ve ilk hedef olarak okuryazar sayısının artırılması için eğitimi öne çıkartmışlardır.
Çağdaş eğitim verebilmek için de, eğitimin temeline Latin Alfabesini getirmişlerdir.
Toplumun eğitim ve kültür seviyesinin çağdaş dünyaya uyum sağlayabilmesi için ise, kendi sanatsal değerlerimize batının sanat dallarını da yerleştirmeye çalışmışlardır.
Üretmeyen toplumların güçlü devletlerin sömürgesi olmaktan kurtulamayacağını gören Yeni Türk Devleti’nin kurucuları, bu alanda da çok ciddi atılımlar yapmıştır.
Bu bağlamda, Anadolu’nun çok verimli topraklarına sahip Türk insanının en iyi bildiği iş olan tarımı geliştirmek için tarımda reformlar yapmış ve tarım üretimini artırmaya çalışmışlardır.
Hızlı kalkınmanın yolu olan sanayileşmenin sağlanabilmesi için örnek olacak fabrikalar devlet eli ile kurulmuş ve toplu iğne dahi yapamayan toplumu her şeyi yapabileceğine inandırmışlardır.
Hemen her alanda başarılı olabilecek öğrenciler Avrupa’ya eğitime gönderilmiş ve Türkiye’nin batılılaşması konusunda öncülük yapacak bilim, ilim ve sanat adamları yetiştirilmesi önemsenmiştir. Dünyanın konularında ki en iyi eğitimcileri öncülük yapmaları için Türkiye’ye getirilmiştir.
Laik düzenin oturması ile sosyal yaşamda da önemli gelişmeler olmuş, kadın erkek eşitliği sağlanmış, hatta kadınlara birçok Avrupa ülkesinden önce oy kullanma hakkı tanınmıştır. Şeriat hukuk düzeni yerine, çağdaş hukuk sistemi yerleştirilmiştir.
******************************
Buraya kadar yazdıklarım, çağdaş dünyayı yakalama adına başlatılmış ve yirmi yıla sığdırılmış çağdaşlaşma sürecinin bir özetiydi.
Ne yazık ki, gelişme süreci bu müthiş devrimi yaratan Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü ile çok ciddi bir şekilde aşındırılmaya başlamıştır.
İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği özel şartların da etkisi ile Mustafa Kemal ile başlayan devrimlerin gelişme süreci de yavaşlamıştır.
1950 öncesi çok partili sisteme geçiş ile de, Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı devrimlerin geliştirilerek devamı adeta sonlandırılmıştır.
Bu olumsuz gelişmenin temelinde ise, 1950 öncesi çok partili siyasete geçilmesi sonrası, dini duyguları kullanmanın siyasette başarılı olmanın yolu olarak seçilmesi ile batılılaşmanın temel ilkesi olan laik düzenin zaafa uğratılması yatmaktadır.
1950 de başlayan çok partili yeni süreçte, o günden bugüne kadar tüm sağ görüşlü siyasi partilerin de dini duyguları araç olarak kullanmasının sonucu, çok haksız bir şekilde toplum adeta inananlar ve inanmayanlar olarak saflara ayrılmıştır.
Daha tutucu ilkeleri savunmayı dini inançların gereği sayan sağ siyaseti benimseyenler dindar olarak anılırken, laik düzenden yana olarak çağdaşlaşmayı ilke edinenler, dinsiz olarak damgalanmaya başlamıştır.
Üzülerek söylemek gerekirse, dini duyguların siyasetin çıkarları için kullanılması, tüm Müslümanların ortak ibadet yeri olan camilerimize dahi zaman zaman yansıtılmıştır.
Bu anlayış sürdüğü sürece, Türkiye’de muhafazakâr partilerin dışında bir partinin iktidar olması da çok mümkün gözükmemektedir.
Zaman içerisinde yukarıda altını çizdiğim çağdaşlaşma ilkeleri böylece birer birer yok edilmiştir.
Türk toplumunu ayakta tutan ve onu köyüne bağlayan tarım çökertilmiş ve köylümüz geçim sıkıntısına itilmiştir.
Köylerin gençleri büyük kentlere göç ederek bu kentlerde perişan olurken, kentler nüfus patlaması ile yaşanamaz hale gelmiştir.
Düne kadar gıda konusunda, “Kendine yeten yedi ülkeden birisi” Olarak tanımlanan tarım ülkesi Türkiye, buğday, mısır, arpa, şeker pancarı ve dünya markası olan tütününü yetiştirmekten bir anlamda yasaklanmıştır.
Çok verimli topraklara sahip Türk insanı adeta üretimden uzaklaştırılmış ve Türkiye daha ucuz alıyorum tezi ile insan ve hayvan gıda maddelerini dahi döviz ödeyerek ithal etmeye mahkûm edilmiştir.
Sanayileşmede önemli adımlar atılarak çok ciddi sanayi kuruluşlarının kurulması sağlanan Türkiye’ de, bu milli kuruluşların yabancılara satılması sonrası, birçoğunda üretimi terk eden yabancı şirketler kendi ülkelerinin ürünlerini Türkiye’ de pazarlayan ticari şirketler haline gelmiştir.
Çağdaşlaşma dönemlerin de dahi gelişimi yeterli görülmeyen hukuk sistemi çökertilmiş ve hukuk toplumun güvencesi olmaktan çıkarak ve bir takım güçlerin etki alanı olmaya başlamıştır.
Hukuk gibi demokrasilerin 4. Gücü adlandırılan basın da kamplara ayrıştırılmış ve basın özgürlüğü, geri kalmış totaliter yönetimlerinde ki devletlerin seviyesine düşürülmüştür.
Sanat dalları, çağdaş anlayış yörüngesinden çıkartmak için baskı altına alınmış, toplumun önemli bir bölümü sosyal yaşam olarak çağdaş toplumların parçası olmaktan uzaklaşmıştır.
Çağdaş eğitim yerini daha tutucu ve çağdaşlığa kapalı bir sisteme bırakmaya başlamıştır.
Demokratik özgürlüklerin ciddi ölçüde yara alması ve her geçen gün daha da otoriterleşen ve muhafazakârlaşan yönetim anlayışı sonucu, toplumun hedef olarak belirlediği Avrupa Birliğine girilebilmesi de umutsuz bir hayal haline gelmiştir.
Son seçim sonuçları da göstermiştir ki, toplumun bir yarısı muhafazakârlığın artmasından rahatsız olmazken, diğer yarısı çağdaş bir yaşamdan uzaklaşmaktan ötürü son derece tedirgindir.
Gözüken o ki, Türkiye’nin önümüzde ki dönemde en büyük sorunu, bu ayrışmanın getireceği sıkıntılar olacaktır.
Çünkü toplumun belki de tamamının sorunu, iktidar da kimin olduğundan çok, ülke içi barışı sağlayacak, her türlü soygun ve talandan uzak, çağdaş hukuk çizgisinden ayrılmayan, bunlara izin vermeyen bir yönetim beklentisidir.
Umarım siyasi irade bu ayrışmayı daha da artıracak uygulamalara yönelmez ve ülkemiz de herkesin huzur içerisin de yaşayacağı yeni bir döneme girer.
Güzel ve aydınlık günler dileğiyle..