DIŞ GÜÇLERİN TÜRKİYE’NİN SOSYAL YAPISINI
DÖNÜŞTÜRME PROJESİ, AB HAYALİMİZİ BİTİRİR.
Değerli okuyucularım,
Başlıkta ki konuya geçmeden önce hoşgörünüze sığınarak bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum.
Son dönemlerde özellikle bazı kesimler tarafından itibarsızlaştırmaya çalışılan Mustafa Kemal Atatürk’ün, çağdaş dünya seviyesine taşıyabilmek için Laik ve Çağdaş Hukuk ekseninde kurduğu Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin nasıl ve hangi şartlardan geçilerek kurulduğundan söz etmek istiyorum.
Yürütülen bir algı yöntemi ile topluma enjekte edilen yanlış bilgilerle yanıltılmak istenen genç kuşağın, hiç olmazsa Mondros Mütarekesini ve Osmanlı’nın idam fermanı olan Sevr Antlaşması ile Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurtuluş Savaşı’ndan sonra kazandığı ikinci bir zafer olan Lozan Antlaşmasını yeniden okumasını öneriyorum.
Bu bilgiden sonra, Türklerin İslam dinini kabul etmesi sonrası başlayan batıya göçünden, kurduğu Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı ile dağılmasına kadar geçen süreçte ki Avrupa’nın rolünü ve o Avrupa’nın bugün uygulamaya koyduğu yeni senaryoya geçebilirim.
***********************************
TÜRKLERİN İSLAM’I KABUL ETMESİ SONRASI BATIYA GÖÇÜ
VE OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN HİKÂYESİ;
Bilindiği gibi, Şamanizm inancıyla Orta Asya’da yaşayan Türkler 7. Yüzyıldan itibaren İslam dini ile tanışmış ve 10.Yüzyıldan itibaren de İslam dinini kabul etmiştir.
İslam’ı kabul eden Türklerin 1071 de Anadolu’ya geçmesi ile başlayan batıya doğru hareketlenme süreci, Avrupa’nın en büyük korkusu haline gelmiştir.
Çünkü Türklerin İslam’ı kabul etmesi sonrası batıya doğru ilerlemesi, İslam Dini’ nin çok daha geniş kesimlere ulaşması ve yayılması demekti.
Nitekim Selçuklu Türklerinin batıya doğru ilerleyerek İznik Gölü çevresine kadar gelmesi ile o zaman ki adıyla Konstantinopolis’in de (İstanbul’un) tehlikeye gireceğini düşünen Avrupa, Müslüman Türkleri Anadolu’dan çıkartmak üzere ilk Haçlı Seferi’ni düzenlemiştir.
Sonra ki yıllarda yenileri düzenlenen Haçlı seferlerine rağmen, 1200 yılında Anadolu’da ki Türk Beyliklerinin Osmanlı şemsiyesi altında toplanması ile oluşan Osmanlı Devleti kurulmuştur.
Kurulan Osmanlı Devleti, ilerleyen yıllarda üç kıtaya yayılan dev bir imparatorluk haline gelecek ve İslam Dini’ nin de bu bölgelere yayılmasını sağlaması ile Avrupa’nın korkusu bir anlamda gerçekleşecektir.
Bu korkunun etkisi ile tüm Avrupa’nın sonra ki yıllarda tek hedefi, Osmanlıyı çökertecek çalışmalar olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ki bazı padişahları da, basiretsizlikleri ile Avrupa’nın bu çabasına ellerinden gelen desteği vermiştir.
Bu süreçte Osmanlı İmparatorluğu, muhafazakâr yapısının da etkisi ile Avrupa’nın ulaştığı bilim ve teknoloji alanında ki gelişmelere uzak kalmış, matbaayı dahi Avrupa’dan ancak 200 yıl sonra kullanmaya başlamıştır.
Sonuçta, Avrupa’nın gelişimine ayak uyduramayan ve giderek zayıflayan Osmanlı İmparatorluğu, 1. Dünya Savaşı sonrası da kaybeden tarafta yer alarak tüm topraklarını kaybederek tarihe gömülüyordu.
1.Dünya Savaşı’nı kaybeden İhtilaf devletleri arasında yer alan Osmanlı Devleti, 30 Ekim 1918 de Mondros Mütarekesini imzalayarak savaştan çekiliyordu.
1. Dünya Savaşını kazanan İtilaf Devletlerinin dayattığı çok ağır ve idam fermanı niteliğinde ki Sevr Antlaşmasını 10 ağustos 1920 de imzalamak zorunda kalan Osmanlı’nın, elinde ki son vatan toprağı Anadolu’nun da başta İstanbul olmak üzere kazanan ülkeler arasında paylaşılarak işgal ediliyordu.
Avrupa, sonunda yüzyıllardır sürdürdüğü Türkleri Avrupa’dan çıkartma mücadelesini kazanmış ve Türkleri, Anadolu’nun orta bölgesinde dar bir alana sıkıştırmıştı.
Ne var ki, bir Osmanlı subayı olarak yıllarca Balkanlar, Suriye ve Trablusgarp cephelerinde savaşmış ve en son da Çanakkale Savaşı’nın kazanılmasında da en büyük payın sahibi olan Mustafa Kemal, bu sonucu içine sindiremiyordu.
İşgal altında ki İstanbul’da İngilizlerin denetimi altında Saltanatını korumaya çalışan Osmanlı Sarayı tarafından Samsun ve yöresinde çıkan isyanları bastırmak üzere 9. Ordu Müfettişi olarak Mustafa Kemal’in Samsun’a gönderilmesi, kaderine razı olmuş Türk Halkı’nın özgürlük umutlarını yeşertiyordu.
Samsun’dan başlattığı Milli Mücadele’nin kazanılması sonrası, Avrupalı işgal güçlerini Anadolu’dan çıkartan Mustafa Kemal ve arkadaşları, kurdukları yeni Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak Osmanlının imzalamak zorunda kaldığı Sevr Antlaşması yırtıp atıyordu.
Bu kez kazanan taraf Türkiye Cumhuriyeti olarak 23 Temmuz 1923 de Lozan’da Avrupa Devletleri ile masaya oturuluyor ve imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti Misak-i Milli Sınırlarına yakın bir alanda özgürlüğünü ve bağımsızlığını tescil ettiriyordu.
************************************
SURİYELİ MÜLTECİLER,
TÜRKİYE’NİN SOSYAL YAPISINI DÖNÜŞTÜRÜYOR.
Gözlemci olarak katıldığı halde Lozan Antlaşmasını imzalamayan Amerika, son on yılda kendi çıkarları doğrultusunda uygulamaya koyduğu Büyük Ortadoğu Projesi ( BOP) ile Ortadoğu’yu kan gölüne çevirdi.
Amerika’nın, zengin petrol kaynaklarını kontrolü altına almak amacıyla Ortadoğu’nun haritasını değiştirme çabası bölgemizde ki istikrarı da yerle bir etti.
Bir yanda Güneydoğu Bölgemizde Osmanlı döneminden beri süregelen Kürt ayaklanması, Amerika’nın BOP Projesi ile bu bölgede bir Kürt Devleti’nin kurulması noktasına gelirken, Suriye’ de çıkartılan iç savaşla bu oyuna dâhil edildi.
Sömürgeci güçlerin bölgemizde ki kurgulamaları sonucun da ülkemiz de, hem Suriye’de ki iç savaş sırasında oluşan İŞİD’ in silahlı sınır tacizinden, hem de iç savaştan kaçarak ülkemize sığınan Suriyeli mültecilerden olumsuz etkilenmeye başladı.
Suriyeli mültecilere ilk günden itibaren kucak açan Türkiye’nin, giderek sayıları artan bu Suriyeli mülteciler nedeniyle, çok ciddi sorunlar yaşayacağı bir döneme girildiği kanısını taşıyorum.
Türkiye içerisine kontrolsüz bir biçimde yayılan bu mülteciler toplumdan da tepki görmeye başlamıştır. Türkiye’nin İslam kardeşliği adına bu göçe izin veriyor olması da, artık sorgulanır hale gelmiştir.
Petrol zengini Suudi Arabistan, Katar ve Arap Emirlikleri de Müslüman ülkeleri olmalarına rağmen, ne Suriyeli mültecileri kabul ediyor, ne de parasal destek veriyor olması düşündürücüdür.
Ölümü de göze alarak Avrupa ülkelerine geçen mültecileri de geri almak üzere AB ile para karşılığı “Geri Kabul Anlaşması” imzalamamızın Türk halkına kabul ettirilmesi kolay olmayacaktır.
Kısa süre sonra sayıları beş milyonu bulacak Suriyeli mülteci sayısı Türkiye nüfusunun 1/ 16 ‘ı gibi büyük bir oran demektir. Bu sayı Türkiye açısından çok büyük sorunlara gebedir. Bunlar;
- Bunlara sağlanacak her iş imkânı bir türk gencinin daha işsiz kalması demektir.
- Bazı teröristlerin bu mültecilerin arasına sızarak Türkiye’ye girmiş olma ihtimali, gözden uzak tutulamaz.
- İşsiz ve denetimden uzak Suriyeli mülteciler daha şimdiden dilencileri ve fuhuş sektörüne katkıları ile huzursuzluk kaynağı olmaya başlamıştır.
- Uzun mücadeleler sonucu Türkiye’den silinmiş bazı hastalıkların yeniden hortlamaya başlaması, ülkemiz adına endişe kaynağıdır.
- Tarih, Osmanlı döneminden beri Arapların bizi arkamızdan vurduğu olayları yazar. Onbinlerce askerimizin Yemen Çöllerinde Araplar tarafından şehit edildiği bilinen bir gerçektir. Dedesini Yemen Savaşında kaybetmiş birisi olarak benim ve Türk toplumunun bu konuda ki ortak kanısını değiştirmek mümkün değildir.
- Arapların eğitimsiz ve görgüsüz sosyal yaşamının, Türk toplumunun sosyal yapısı ile bağdaşması da beklenmemelidir.
Bence en büyük tehlike de işte bu son maddede ki konudur. Elli yıla yakın bir süredir çeşitli bahanelerle AB kapısında bekletilen Türkiye’nin, bu kadar çok sayıda Suriyeli mülteci ile dönüştürülecek yeni sosyal yapısıyla bizi kabul etmesi artık tamamen hayal olacaktır.
Acaba AB’ nin Avrupa’ya geçme başarısını gösteren az sayıda ki mülteciyi dahi Türkiye’ye gönderme telaşının altında yatan neden de bu mudur?
Laik ve çağdaş yaşam tarzını benimsemiş Türk insanına, hiç kimsenin bir takım kişisel hesaplar adına bu sosyal yaşam dönüşümünü dayatmaya hakkı olamaz.
Güzel bir hafta dileğiyle..