Yazıma öncelikle eleştiri kelimesinin toplumumuzda yanlış algılandığını belirterek başlamak istiyorum.
Eleştiri denince akıllara genellikle olumsuzlukların anlatılması gelir. Oysa dil bilgisi kılavuzları eleştirinin kelime anlamını, bir şeyin veya bir olayın doğru ve yanlışlarının veya her ikisinin birlikte anlatılması olarak tanımlıyor.
Ne var ki, toplum olarak iki tanımlamayı birlikte yapmayı çok sevdiğimiz söylenemez. Eline kalem alanların ben de dâhil çoğunluğu olumsuzlukları gündeme taşımayı tercih eder.
Bunun belki de en önemli nedeni, ülkemizde gücü elinde bulunduranların sınır tanımaz bir şekilde, paylaşmama ve ”Ben her şeyin en iyisini bilir ve en iyisini yaparım” anlayışı ile görev yapma alışkanlığının yarattığı tepki ortamıdır...
Bir başka neden de, olumlu eleştirilerin çoğu kez toplumda yandaşlık anlayışı ile değerlendirilebilmesidir. Zaten olumlu eleştirilerin dozu bazen öylesine kaçırılıyor ki, iş yandaşlık boyutunu da aşıyor.
Toplumumuzda eleştiri ve eleştirilerden yararlanma kültürü yeterince yerleşmemiştir. Bu nedenle de ülkemizde eleştirmenler de yeterince özgür değildir.
Olumsuzlukları gündeme taşıyanlar güç odaklarının hedefi haline gelirken, olayları olumlu yönleri ile eleştirenler ise düzen adamı damgasını yemekten kurtulamazlar.
Eleştiri sanatı, çağdaş demokrasilerde yol gösterici olarak tanımlanır. Belki de bu nedenden ötürü siyaset alanı, eleştirmenlerin en çok malzeme bulduğu ortamlardır.
Siyaset arenasında da acımasızca eleştirenler olduğu gibi, kantarın topuzunu kaçırıp işi eskilerin tanımı ile dalkavukluğa, yenilerin moda tanımı ile yalakalığa dönüştürenler de bol miktarda vardır.
Olumlu ve olumsuz eleştirenlerin sayısını artıran neden, gücü elinde bulunduranların uygulamalarıdır. Dozunu kaçırmadan olumlu eleştiri, hangi işi yaparsa yapsın eleştirilene güç ve şevk verir.
Olumsuz eleştiri ise, işini daha iyi yapmak isteyenler açısından çok daha önemlidir. Çünkü olumsuzlukları iyi ve yapıcı duygularla yapmak yol gösterir, hataları tekrarlamaktan kurtararak daha iyisini yapma arayışına kapı açar.
Bu pencereden bakınca, demokrasilerde toplumsal sorunların gündeme taşınmasının ve doğrularla yanlışların tartışılmasının, toplumu oluşturan bireylerin en doğal hakkı olduğunu kabul etmek gerekir.
Bu da, demokrasilerde toplumun temsilcisi olan sivil toplum kuruluşlarının, yazarların, sanatçıların, tiyatrocuların ve gazeteciler ile köşe yazarlarının görevidir. Ancak bu görevi üstlenenler bazı dönemlerde gücü elinde bulunduranların hedefi olmuştur. Üzülerek söylemek gerekirse, bu dönemlerde bu görevi yapmak çok büyük bedeller ödemeyi gerektirmiştir.
Çok partili demokrasiye geçtiğimiz 1950-1960 arası, bu açıdan çok acı deneyimlerin yaşandığı ilk dönemdir. Sonraki yıllarda da bu tür baskılar darbe dönemlerinde yaşanmış, hatta baskılar infaza dönüşmüştür.
Geçmişte bu olumsuzlukları yaşayan Türkiye’de günümüzde de bu ve benzeri olumsuzlukların yaşanıyor olması, demokrasimizin gelişimi adına üzücüdür.
91 gazeteci düşüncelerinden ötürü cezaevlerinde yatarken, Türkiye basın özgürlüğü açısından 179 ülke arasında 148. sırada yer alıyor ve Sudan, Uganda, Rusya, Malezya, Gana, Tonga, Zambiya, Kamerun, Tanzanya, Zimbave ve bazı Arap ülkelerinin dahi gerisinde yer alırken, nasıl oluyor da “Daha çok demokrasi ve daha çok özgürlük” sloganlarını kullanabiliyoruz? Anlamak mümkün değil.
Son günlerde Şehir ve Devlet Tiyatrosu Oyuncularına yönelik ağır sözler, bazı uygulamaları eleştiren köşe yazarlarına hakaret boyutlarına ulaşan söylemler, toplumsal özgürlüklerin içinde bulunduğu olumsuzluğun boyutlarını göstermektedir.
Böyle bir ortam, sivil toplum kuruluşlarının yanlışları tarafsızca eleştirebilmesini de zorlaştırmaktadır. Sendikalar asli görevlerini yapamaz duruma gelmiş, baskılar sonucu çoğu sarı sendika haline dönüşmüştür.
Eleştiri hakkını kullanabilen sivil toplum kuruluşu, köşe yazarı ve gazeteci sayısı her geçen gün azalmaktadır.
Sadece yandaş sivil toplum kuruluşlarının, köşe yazarlarının, gazeteci ve sanatçıların destek bulduğu rejimlerde, “Daha çok demokrasi ve daha çok özgürlük” söylemleri bir anlam taşımaz.
Bu tartışmaların yapılması dahi, ülkemizde henüz eleştirileri olgunlukla karşılama ve bu eleştirilerden ders çıkarma kültürünün yerleşmediğinin bir göstergesidir.
Yazımı bitirmek üzereydim ki, tüm TV kanalları Samsun’da bir bakanı protesto etmek üzere toplanarak slogan atan üniversiteli gençlerin tekme, tokat dövüldüğünü, kız öğrencilerin saçlarından tutularak yerlerde sürüklendiğini ve gözaltına alındığını duyuruyordu.
İşin asıl üzücü yanı, bakan Samsunlu ve de gençlerin bakanı (Gençlik ve Spor Bakanı) Sayın Suat Kılıç’tı.
Elinde silah olmayan, demokratik haklarını kullanarak taleplerini seslendirmek için toplanan gençlere bu kadar gaddarca davranılması umarım ki, Sayın Kılıç’ı da üzmüştür.
Keşke çelik kuvvet polisi gerekli önlemini alarak işi dayağa dökmeseydi. Sayın Kılıç, öğrencilerin taleplerine ilgi gösterse ve onları dinleseydi, sanırım herkesi üzen bu olaylar olmayacaktı.
Bu son olay dahi, iktidarın dilinden düşürmediği, “Daha çok özgürlük ve daha çok demokrasi” sözlerinin altı doldurulmamış boş söylemler olduğunu bir kez daha göstermiştir.
Yeni bir Anayasa hazırlıklarının sürdürüldüğü bir dönemde, siyasi gücü elinde bulunduranların eleştirilere ve uyarılara daha fazla hoşgörü ile yaklaşması, ülkemizin geleceği ve huzuru açısından büyük önem kazanmıştır.
İyi haftalar dileğiyle…