Demokrasiye, bedelini ödemeden sahip olmuş bir ulusun fertleri olarak, ne yazık ki demokrasinin değerini yeterince anlayamadık. Mevcut sistemlerin içerisinde hala en iyi yönetim biçimi olarak tanımlanan demokrasinin kurallarını yeterince içselleştiremedik.
Komünizmin öcü olarak gösterilip, emperyalizmin sömürgeci kurallarının dayatıldığı dönemlerde komünizmi savunanlara, “Bu ülkeye komünizm gerekliyse, onu da biz getiririz” Diyen siyasetçilerin yönettiği bir ülkenin insanlarıyız.
Yüzyıllarca süren din savaşlarından sonra, din ile devlet işlerinin ayrılması gerçeğini gören Avrupa’nın, gerçek demokrasiye bu kuralları benimseyerek ulaştığı düşünülürse, bizim geçirdiğimiz çalkantılı demokrasi sürecini ve dini duyguların siyasi araç olarak kullanılmasını, demokrasimizin gelişmesi adına yaşanması gereken bir süreçti diye düşünüyorum.
Atatürk’ün temellerini attığı, İsmet İnönü’nün çok partili demokrasinin önünü açmasıyla demokrasimiz sınıf atlıyordu.
Atatürk ve İnönü dönemlerinde, gerçek demokrasinin yeşermesi için gerekli olan din ve devlet işlerini ayıran Laik Devlet anlayışının yerleştirmesi geçiş sürecini hızlandırmıştır.
Ne var ki, çok partili siyasete geçilmesi ile birlikte, iktidarı ele geçirmenin en kolay yolunun dini duyguların acımasızca sömürülmesi olduğunun görülmesi ile sonraki dönemlerde de sağ iktidarların seçimlerde ki en büyük kozu toplumun dini duyguları olmuştur.
Nitekim Menderes’i iktidara taşıyan bu yöntem, daha sonra ki dönemlerde de Demirel, Erbakan, Çiller, Mesut Yılmaz ve Recep Tayyip Erdoğan’ın da en büyük silahı olmuştur.
Dini inançların siyasi arenalarda acımasızca sömürülmesi, toplumun bir kesimini dinine sahip çıkan dindarlar, laik düzenden yana olan diğer kesimini de dinsizler olarak saflara ayırmış ve birbirine düşman haline getirmiştir.
Gerçek demokrasinin bu toplumda yerleşmesi için bu süreç yaşanmalıydı, yaşandı ve yaşanıyor.
Toplumun büyük bir kesiminin yeterli eğitimi almadığı ve sorgulama kültürüne sahip olmadığı için bugün bu yöntem başarılı olmayı sürdürmektedir.
İnanıyorum ki, toplumun eğitim düzeyi yükseldikçe, dini duyguların sömürüsü de önemini yitirecektir.
Ancak, dini duyguları kullanmayı sürdürmeye kararlı olan siyasi irade, topluma dinini öğretmek gibi masumane projelerle orta öğretimde bilimsel eğitimin yerine, dini eğitim ağırlıklı sistemler monte etmeye çalışmaktadır.
Görünen o ki, bu süreçte yaşanacak ve bu yöntemin de yararlı olmadığı görülecektir.
80-90 yıl önceleri bugün olacakları görerek tüm söylem ve uygulamalarını gerçek demokrasinin temellerini atmak için kullanarak Laik, çağdaş Hukuk temelinde Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Mustafa Kemal Atatürk’ün söylemleri ve büyüklüğü, bugün çok daha iyi anlaşılmaktadır.
İsmet İnönü’nün çok partili demokrasiye geçişin yolunu açması ile birlikte tek partili demokrasi dönemi kapanıyor ve genç Türkiye demokrasisi için yepyeni bir dönem başlıyordu.
1950 de başlayan ve tek parti iktidarları ile koalisyon hükümetleri arasında değişerek devam eden süreç, gerçek demokrasiler için en büyük tehlike olan tek adam iktidarına kadar uzanmıştır.
1950 e seçimi kazanarak tek parti iktidarı olan Menderes hükümeti sonra ki yıllarda meclis üstünlüğünün de sağladığı destekle o dönemleri yaşayanların çok iyi hatırlayacakları dayatmacı yöntemleri uygulayarak ülkeyi siyasi ayrışma ortamına sokmuştur.
Bu ortam sonrası Türkiye, demokrasilerin en büyük düşmanı askeri darbeyle tanışıyordu.
1960 da Menderes sonrası bir dönem ihtilal hükümeti, onun ardından başlayan koalisyon dönemi ve 1965 de yeniden tek partili Demirel iktidarı yaşanıyordu.
Tek parti iktidarı uygulamaları bir kez daha ülkeyi askeri müdahaleyle karşılaştırıyordu. Ama bu kez darbe yerine verilen askeri muhtıraydı ve Türkiye, muhtıra sonrası kurulan Milli Birlik hükümetleriyle tanışıyordu.
Milli Birlik Hükümetlerinden sonra ardı ardına kurulan Ecevit ve Demirel Başkanlığında ki koalisyonların karmaşası da, ülkeyi 1980 de yeniden kan gölüne çeviriyor ve Kenan Evren Komutasında ki asker bir kez daha darbe yapıyordu.
Kenan Evren sonrası tekrar demokrasiye dönülüyor ve üç dönem Turgut Özal’ın tek parti iktidarları görev yapıyordu. Ardından yeniden koalisyonlar devri başlıyor ve Demirel, Çiller, Ecevit, Mesut Yılmaz, son olarak da Ecevit Başkanlığında ki koalisyonlar dönemi, Amerika’dan ekonomiyi kurtarmak için gelen (Gönderilen) Kemal Derviş’in Ecevit koalisyon hükümetini dağıtması ile sonlanıyordu.
Koalisyonun dağılması ile gidilen erken seçim de Tayyip Erdoğan Başkanlığında ki AKP seçimi tek başına kazanıyordu.
Üzülerek söylemek gerekirse bir uzlaşma rejimi olan demokrasiyi içselleştiremediğimiz için Demokrat parti ile başlayan ve Demirel ile devam eden tek parti iktidarlarının zamanla uzlaşma kültüründen uzaklaşarak despotlaşmasına ve ülkenin karmaşa içerisine girerek saflara ayrışmasına zemin hazırlamışlardır.
Yukarıda anlattığım bu süreçlerin sonunda 2002 de, Türkiye yeniden tek parti iktidarı ile tanışıyordu. Bir yıllık Abdullah Gül Başkanlığında tek başına iktidar olan AKP, bir yıl sonra Recep Tayyip Erdoğan’ın Başkanlığında tek başına iktidarını bugüne kadar sürdürmüştür.
Daha önceki tek parti ve koalisyon iktidarlarından aradığını bulamayan Türkiye, bu defa çok daha farklı bir tek parti iktidarı ile karşı karşıyaydı.
Türkiye bu kez de tek parti iktidarından çok, diktatör tanımlaması yapılan tek adamın verdiği kararlarla yönetilme sürecine girmişti.
TBMM’ de ki sayısal üstünlük, Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ı Menderes Hükümetlerinde de görülen uzlaşma tanımaz yönetim biçiminden çok daha sert, hatta kendi partisinden hiç kimsenin tek söz söyleyemediği bir tavra sokmuştur.
Sayın Erdoğan’a bugün ki yetkiler de yetmez olmuş ve O’nu Başkanlık Sisteminin uygulanacağı bir Devlet Başkanı olma noktasına getirmiştir.
Ne var ki, hedeflenen Başkanlık Sistemi, Amerika ve diğer bazı demokrasi ile yönetilen ülkelerde ki başkanlık sisteminde olduğu gibi onu denetleyen ikinci bir meclis ve senatonun da olmayacağı ve ülkenin yönetimi için her türlü kararı tek yetkili olarak kendisinin vereceği bir başkanlık modelidir.
Bu nedenle son dönemlerde ki siyasi tartışmaların odağında, ülkemizi çağdaş demokrasi çizgisinden uzaklaştıracak olan diktatör yakıştırmaları bulunmaktadır.
Gelinen nokta ve hedeflenen rejim, ülkemizin geleceği adına korkutucu ve düşündürücüdür.
Herkesin birbirine saygılı olarak yaşamını sağlayan demokrasimizin çok daha iyi yerlere gelmesini engelleyecek ve daha da gerilere götürecek uygulamalardan kaçınılması için dua etmekten başka çaremiz kalmamış gözükmektedir.
Bunların düşünülebilmesi ve kafaları karıştırması dahi ülkemiz adına acı vericidir.
Bu ülke insanlarını daha özgürce ve huzur içerisinde yaşatacak çağdaş demokrasi kurallarının çalıştığı bir Türkiye dileğiyle, güzel bir hafta diliyorum.