Ülkemiz sanıyorum ki, Cumhuriyet döneminin en karmaşık belirsizliklerini ve bunları aşabilmek için çağdaş demokrasilerde yeri olmayan dayatmaları yaşıyor.
Son o yılda giderek artan dozda ki siyasi gerginlik ve inatlaşmanın toplumda da ciddi ayrışmalara ve iki tarafında olayları tamamen birbirinden farklı bir görmesine yol açtı.
Bu kamplaşma öylesine keskinleşti ki, adeta iki tarafın önünde iki ayrı ayna var.
Bir taraf baktığı aynada, yukarıda anlatmaya çalıştığım çelişkiler ve belirsizliklerle dayatmaların yaşandığı Türkiye fotoğrafını görüyor.
Diğer taraf ise, önünde ki aynaya yansıyanları değil de arkasında her şeyin tozpembe olduğu bambaşka bir Türkiye’yi görüyor.
Toplum işte bu farklı saplantılarla, giderek birbirinden kopuyor ve hızlı bir şekilde kamplaşıyor.
Bu tarz zıtlaşmaların artması, demokrasilerin sağlıklı işlemesi açısından en büyük tehlikedir. Bu toplumsal inatlaşma kısa sürede yerini uzlaşmaya bırakmaz ve daha da artarak devam ederse, demokrasilerin yerini totaliter sistemler alır.
Demokratik rejimler işte bu nedenle, hala yerine daha iyisi konamayan en iyi yönetim şekli olarak kabul ediliyor. Çünkü demokratik rejimlerde, toplumların birlikte ve huzur içerisinde yaşayabilmesi için toplumun her kesiminin ülke yönetiminde temsili esastır.
Bunun yeri de, halkın her kesiminin temsilcilerinin yer aldığı halkın meclisi olan parlamentolardır. Onun için değişik görüşleri temsil etmek üzere siyasi partiler oluşmuştur.
Bu görüşlerin özgürce temsil edildiği, yargının tam bağımsız olduğu, halkın kendisini yönetmek üzere temsilcilerini belirleyeceği seçimlerin her türlü baskı ve dayatmadan uzak, güvenli bir şekilde yapıldığı sisteminin adı tam demokrasidir.
Demokrasiler, bir kurallar zinciridir. Bu kuralların bir kısmı dahi askıya alınırsa, bunu adı demokrasi olamaz.
Eğer bu kurallar, halkın oyları ile seçilmiş olsalar dahi bir siyasi partinin parlamentolarda eline geçirdiği sayısal üstünlüğü kullanarak kendi görüşü doğrultusunda yapacağı dayatmalarla bozulursa, demokrasilerin yerini önce güdümlü demokrasiler, sonra da totaliter rejimler alır.
****************************
Demokratik rejimlere inanan hiç kimse, yukarıda ki tanımlamalara hayır diyemez. Şimdi bu demokrasi anlayışı çerçevesinde günümüz Türkiye’sin de yaşananlara bir göz atalım;
Osmanlı’nın dağılmasından sonra Mustafa Kemal Atatürk tarafından Laik ve Çağdaş Hukuk düzenin de kurulan Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş felsefesi doğrultusunda Cumhuriyetin ilanı ile birlikte halk iradesinin temsil edilebilmesi için işe, TBMM’ ni açarak başlamıştır.
Ülkemiz 1950 yılına kadar da Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran CHP tarafından yönetilmiştir.
1945 yılında, o güne kadar tek parti olarak iktidarda bulunan CHP lideri, demokrasimizi bir adım daha ileri taşımak için çok partili demokratik rejime geçişin yolunu açmıştır.
Aslında çok partili sisteme geçiş daha önce Mustafa Kemal Atatürk tarafından da denenmiş ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Cumhuriyet Fırkası adıyla iki parti daha kurulmuş, ancak bu partilerin ömürleri çok kısa soluklu olmuştur.
Çünkü bu ilk denemede dahi, halkın kısa sürede ciddi bir ayrışma içerine girdiği görülünce, çok partili sistem gündemden kaldırılmıştırr.
Bu deneme de, henüz demokrasimizin toplum tarafından tam olarak özümsenmediği için her türlü istismara açık olduğunu göstermişti.
Buna rağmen 1945 yılına gelindiğinde, ülkemizi yöneten tek parti iktidarı CHP’nin Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü, demokrasimizi daha geniş olanaklara ve batı anlayışında gerçek bir yapıya ulaştırmak amacı ile bir kez daha yeni partilerin kurulabileceği çok partili sistemi başlatıyordu.
Ne var ki yeni partilerin kurulması ile 1950 yılında yapılacak seçimler öncesi siyasi partiler arasında kıran kırana iktidara gelme mücadelesi başlamıştır.
1950 seçim kampanyasına damgasını vuran şey, o gün Demokrat Parti ile başlayan ve bugüne kadar yapılan tüm seçimlerde de sağ partilerin, toplumun en hassas olduğu ortak paydası dinimizi siyasetin en önemli aracı haline getirmesidir.
Dini kullanarak sürdürülen kampanyalar ve uzun süre tek parti iktidarı olarak ülkeyi yönetmenin getirdiği yıpranma nedeniyle CHP seçimi kaybederken, DP 1950 de tek başına iktidara geliyordu.
İlk dört yılında çok başarılı görülen DP, daha sonra TBMM’ de ki sayısal gücüne dayalı olarak baskıcı bir yönetim tarzın benimsiyor ve kurulan “Tahkikat Komisyonu” araçlığı ile muhalifler susturuluyordu.
Sırf muhalefete oy verdiği için bir il, ilçe haline getirilirken, Ana Muhalefet Partisi Genel Başkanı seçim çalışması için gittiği Kayseri’ye taşlı sopalı saldırılarla sokulmuyordu.
Giderek gerginleşen siyasi ortam toplumu da birbirine düşman haline getirmiş, köy ve kasabalarda kahvehaneler dahi ayrışmıştı. Ve ne yazık ki on yıllık DP dönemi, Cumhuriyet ve demokrasi tarihimizin ilk kara lekesi olan askeri darbe ve idamlarla noktalanıyordu.
Üzülerek söylemek gerekirse, ülke yönetimi için yönetim aracı olan siyaset, sonra ki yıllarda da başta dinin acımasızca istismarı ve siyasetçilerin demokrasilerin olmazsa olmazı olan uzlaşma kültürünü bir türlü içselleştirememesi sonucu, ülkemiz bir kez daha kamplaşmanın esiri oluyordu.
Ve bu kez de 1970-1980 arası süreçte, AP Genel Başkanı rahmetli Süleyman Demirel ile CHP Genel Başkanı rahmetli Bülent Ecevit’in inatlaşması ve bir türlü uzlaşmaması sonucu, terör sokaklarımızı esir alıyor ve yüzlerce masum insanımız can verirken, demokrasimiz bir kez daha “12 Eylül 1980 askeri darbesi” ile yara alıyordu.
Görülen o ki, bu olaylardan siyasetçilerimiz ders almıyor ve ülkemizi bir türlü çağdaş demokrasinin uzlaşma kültürü ile yönetmeyi ilke edinemiyorlar.
Ülkemiz 1917 ‘ e girdiğimiz ilk gününe de terör eyleminde kaybettiğimiz kırka yakın masum insanın kanı ve acısı ile başlıyoruz.
Bugün yaşananların da temelin de ne yazık ki, bir kez daha tek parti iktidarının bütün uyarılara rağmen yanlış dış politikaları ve her türlü uzlaşmayı ret eden dayatmaları ile toplumda oluşan ayrışmalar yatıyor.
Ülkemiz, bir yandan Suriye toprakların da sürdürülen sınırımızı güvenceye almaya yönelik askeri operasyonlarda ve diğer yandan tüm hızı ile süren İŞİD ve PKK terörün de verilen şehitlerle sarsılıyor.
Öte yandan böylesine hassas ve ülkemizde birlikteliğe en çok ihtiyacımız olan bir dönemde, uzlaşma sağlanmaksızın ülkemizin yönetim biçiminin değiştirilmesine yönelik bir “Anayasa Değişikliği Tasarısı’nın”, muhalefetin tüm itirazlarına rağmen TBMM’ de ki sayısal üstünlükle yasalaştırılmaya çalışılmasının yarattığı gerilimin anlaşılır bir yanı olabilir mi?
Üzülerek belirtmek gerekir ki, ülkemizin daha iyi yönetilmesi için sorumluluk üstlenen siyasetçiler, bu ülkenin her dönemde yaşadığı gerginliklerin ana nedeni olmayı sürdürüyorlar.
Yazıklar olsun, bu uzlaşmaz siyasi anlayışa,
Yazıklar olsun, ortak paydamız olan yüce dinimizin acımasızca siyasetin aracı haline getirilmesine….
2017’ nin daha ilk gününde yaşadığımız korkunç terör vahşetine rağmen, iktidarı ve muhalefeti ile bu gerginliklere neden olan yanlışlara son verileceği umutlarımızı korumak istiyorum.
NOT: Her köşe yazımın sonuna koyacağımı belirttiğim “Samsun Havaalanı’nın onarım gerekçesi ile kapatılacak olmasını unutturmama spotunu” Yaşanan terör katliamı nedeniyle bu hafta koymayacağımı belirtiyor ve tüm ulusumuza baş sağlığı, yaralılarımıza acil şifalar ve bu kalleş saldırıda canını yitiren masum vatandaşlarımıza Yüce Tanrımdan rahmet diliyorum.
İyi haftalar..