“Çalındavullarıçaydanaşşaya, mezarımıkazınbredostlarbeldenaşşaya. Koyunsularımıkazandolunca, amanölümzalimölümüçgünara ver."
Enkaz altında ezilip ölen kızının elini bırakmayan baba Mesut Hançer’i görüp de gözleri dolmayan, boğazı düğümlenmeyen kaldı mı?
Ki bunlar yüzlerce örneklerden sadece birkaçı. Nasıl bir acı ki katlanabilene aşk olsun? Dağ yıkılır dümdüz olur, insan yıkılır kor ateş olur. Yanar yanar ama kalkar. İnsanoğluişte..
Aralık ve Ocak ayları bahar havası içinde geçti. Barajlardaki su seviyesinin düşmesinden, kurak bir kışın geçmesinden yakınırken tüm ülke karın yağışını bereket olarak gördü ve herkesin yüzü güldü. Kar yağacak, toprak suya kanacak ve barajlarımız da su ile dolacaktı. Ekonomik krizle uğraştığımız şu dönemde kurak bir kış demek kıtlık demek, derde keder ve kedere dert demekti. Özellikle gıda maddelerindeki artış sabit ve dar gelirli halkın belini bükerken “Allah muhafaza” kurak ve çorak topraklar yoksulluğun da yoku demekti.
1-2 Şubat’ta Marmara’dan yurda giriş yapacak olan soğuk hava dalgası haberi basın ve yayın kanalıyla tüm ülkeye müjde biçiminde duyuruldu. Çoğu zaman soğuktan yakınan halk doğalgaz ve elektrik faturalarının katlanmasına neden olacağını bile bile bu haberi muştu kabul edip yüzlerde bir mutluluk peyda oldu. Kar topu oynayacak çocukların ise keyfine diyecek yoktu.
5 Şubat Pazar akşamı tüm ülke yarının planlarına uygun olarak yatma hazırlığına başladı. Okula başlayacak çocukların pantolonları ve üniformaları ütülendi, çantaları hazırlandı. Erkek çocuklar saç tıraşı oldu, kızların ise saçları örülüp kırmızı beyaz kurdelelerle süslendi. Çalışanların üzerinde tatlı bir Pazartesi sendromu oluştu. Annelerde her zamankinden çok bir koşturmaca, babalarda ise ay sonunu bir biçimde getirebilmenin umudu vardı. Şükür ki, en azından başlarını sokacak bir yuvaları vardı.
Hava ayaz mı ayaz, dışarıda soğuk bir kış günü. Kar demek aş demekti, su demekti. Kar, bereketti. Yeter ki kar yağsın, toprak ana suya kansın.
04.17 sabahın değil kıyametin saatiydi. Kıyamet kopmuştu. Yuvalar mezar olmuş, kar ise ölüm kusmuştu. Kafa, göz, kol, bacak senin değildi artık. Korunduğumuz duvar uçurum, sığındığımız tavanlar kaya, bastığımız taban ise kuyu olmuştu. O anda bizi kurtaracak ne bir el ne de bizi saracak bir kucak vardı. Her şey anlık etki ve tepkiye bağlıydı. O an her şey olabilirdi. Nitekim oldu da. Kıyamet.
Bereket diye yağan kar meğer kefenmiş! On binlerce canın kefeni hazırmış önceden. Yuvalar mezar, kar ise ölüm olmuştu. Kar artık üşütmüyordu. Bedenler soğuk, yürekler buz gibiydi. Yağsan ne olur, yağmasan ne olur? İncecik tene kefen olduktan sonra. Ha yağsan da bir, ha yağmasan da. Yıkılan yıkıldı, giden gitti. Ölenler kara toprağa, ölmeyenler kara bağırlara gömüldü. Geride kalan mı? Yok.
Kaskatı kesilmiş bedenler içinde gördük ki, kanın rengi beyazmış. Kar beyazmış ölüm!
Yazımızın ilk paragrafı yazımdan kaynaklı hatalı olup dikkate alınmaması onun yerine "Çalın davulları çaydan aşağıya, mezarımı kazın bre dostlar belden aşağıya. Koyun sularımı kazan dolunca, aman ölüm zalim ölüm üç gün ara ver" olacaktı. Saygıyla kamuoyuna duyurulur.