Bir önceki yazımın ikinci bölümüne hiç zaman kaybetmeden başlamak istiyorum...
Kızılırmak Kuş Deltası’nın iç bölümlerine girmeden önce orada ikamet edenlerden bilgi almak istedim “Beni tam olarak nasıl bir yer bekliyor?” diye…
Bir market sahibi amca “Oralarda bir şey yok ki, dümdüz yerler, topraklı bir yer işte!” dedi. Yani gidip görmeye değer bir yer değil şeklinde bir imâda bulundu, biraz hayal kırıklığına uğramış olsam da yine de gidip bizzat görmek istedim.
Geleceğe dair biraz ipucu vermem gerekirse; “Kimsenin sözüne aldırış etmeyin, herkes aynı açıdan bakmıyor hayata.
Kimisi engin bir denize bakar gibi bakıyor, kimisi ise küçücük bir pencereden…” derdim.
O zamanlar bu olumsuz söylemleri ciddiye alsaydım, şimdi bana yeri geldiğinde şifa olan bu yeri asla keşfedemeyecek, böyle güzel anılara asla sahip olamayacaktım.
Delta’nın başlangıç noktası olan 19 Mayıs’ın köylerinden girince, içeride sizi bir sürü hayvanın beklediğini söylemiştim.
Buna sizi kovalaması muhtemel bir sürü köpekler de dahil… Ama bu benim için çok büyük bir sorun değildi, söylemiştim ya tuhaf bir şekilde hiç korkmuyordum. Zaten köpeklere korktuğumu hissettirirsem daha da saldırgan oluyorlardı, bisikleti durdurup “ne var, ne oldu?” diye seslendiğimde “bu korkmuyor yahu bizden” bakışlarıyla uzaklaşıyorlardı ve o bakışları inanılmaz komikti.
İlk kısımlar yoğun ve hareketliyken, ilerledikçe ortam yalnızlaşıyor hatta çok daha ilerilerde artık telefon da çekmemeye başlıyordu.
Ben ise “sonuna kadar gideceğim” mottosuyla gözü kara ilerliyordum.
Benim gittiğim zamanlar yaz zamanlarıydı, oradaki tabelalarda okuduğum ve daha sonrasında da bizzat gözlemlediğim kadarıyla Ekim ve Kasım ayları yılanların göç ettiği zamanlarmış, göç ederken hâliyle bizim bisiklet ya da arabayla gittiğimiz yollardan geçiyorlar ve bazen maalesef eziliyorlardı, işte bunun için bilgilendirme ve uyarı tabelaları asılıydı bazı yerlerde.
Delta’nın ikinci ve ana başlangıç noktası olan bölgeye giriş yapmadan önce bir kaç kuru kalmış ağaç topluluğu var yolun sol tarafında, her oradan geçişimde ya bisikletin çıkardığı ses ya da şarkı söyleye söyleye giden benim sesimi her duyduğunda o ağaçtan kanat çırpıp giden (şahin olduğunu düşündüğüm) bir kuş türü ile tanışıyordum henüz, sonrasında hep görecektik birbirimizi, ikimiz de bunu bilmiyorduk…
Ve ikinci bölgeye geldikten sonra artık araç geçişine kapalı yerdeyiz…
Benim için asıl bilinmezliğin ve asıl yalnızlığın başladığı yerdeydim, önümde uçsuz bucaksız bir sonsuzluk, uzun uzun yollar, çok da sağlam olmayan bisikletim ve ben vardık.
O ana kadar gelen süreçte hep aynı şeyi söylüyordum, henüz yolun başındayken “Orada bir şey yok ki!” diyen amcayı hatırlayarak, o ana kadar öyle güzelliklere şahit olmuştum ki, dedim ki “Bakmak var, görmek var. Hepimiz aynı denize bakıyorsak, kimimiz denizin gökyüzü ile buluştuğu o kesişimin güzelliğine bakıyor, kimimiz denizdeki gemiye, kimimiz denizin suyunun rengine, kimimiz ise kıyıya vurmuş çöplere…”
Aynı yere baksakta asla aynı şeyleri görmediğimiz aşikârdı.
Ve bu yer kimi zaman farklı hava koşulu, kimi zaman yemyeşil oluşu, kimi zaman ise sonbaharı-kışı karşılamasıyla bana her zaman farklı bir manzara sunacaktı.
Bundan sonraki süreçte ben hep aynı yere gelecek ama her seferinde ayrı bir farklılığı ile karşılaşacaktım.
Ne de olsa “özdeki güzelliği” görebilmek şu hayatta kendime verdiğim en güzel hediye, en güzel bakış açısıydı…
Üçüncü bölümde (Salı günü) görüşmek dileğiyle…