Gözlerini açtığında gün ışığı çoktan odasını doldurmuştu. “Neden hâlâ yaşıyorum ki?” dedi umutsuzca yataktan doğrulurken. Her günü amaçsız, karanlık ve umutsuzdu.
Yatmadan önce erken kalkma planları yapıyor ama uyandığında saat yine öğleni bulmuş oluyordu. Ama son dönemlerde artık “yeni hedefler” pembe hayalleriyle, içine sahte inançlar yerleştirmek yerine ölmeyi dileyen ve yaşamanın gereksiz olduğu düşünceleriyle doluydu zihni. Sürekli bunu sorguluyordu “niye varım ki, niye yaşıyorum? Bu dünyada olmayışım eksiklik değil, tam aksine şu koca cüssemle fazlalığım bile. Gerçekten Allah’ım ben olmasam da olur, ne olur al beni yanına…”
Sürekli bunları zihninden geçiriyor sonra da bu karamsar ruh hâlinin beraberinde getirdiği zihni kadar karışık besinleri midesine yığıyor, ağlıyor, değiştirmek istiyor ama bu sadece düşüncede kalıyordu.
Yıllar önce sürekli aynı ilaçları kullanmaktan bıktığı ve bir gece sırf nefessiz kalıp uyandığı için başında olan kronik sinüzitten kurtulmak için aldığı kortizonlu ilaçla kendisinin bile kendisini tanıyamayacağı bir bedene girmişti bir anda. Önceden incecik bir kızken kendini bir anda hantal bir bedenin içinde bulmuş, daha o kendisini tanıyamıyorken çevresindeki bilhassa kendi hemcinslerinin alaycı, bilmiş, kiminin bu zavallı görüntüsünün hoşuna gittiği ama yapay bir dille “ya o kadar da şişman değilsin” sahteliklerini izlemişti, midesi bulana bulana…
Kendisi de biliyordu ne kadar kilolu olduğunu, o bedendeydi, o yaşıyordu tüm o sıkıntıları, sağlık sorunlarını, tıkalı nefes alış veriş çabalarını, kıyafet kabinlerine sığamayışlarını, insanların alaycı bakış ve söylemlerini, en yakınlarının en yaralayan sözleri söylemesini ama sonrasında “senin iyiliğin için söylüyorum” yapaylıklarını… Hepsiyle tek tek, her gün mücadele ediyordu. Biliyordu, her şeyin farkındaydı ama değiştiremiyordu işte, olduramıyordu…
Aynada gördüğü o kızı beğenmiyordu, göbek çevresinde biriken yağları tutup, yüzüne bir yüz daha eklenmiş gibi duran gıdıya bakıp “korkunç görünüyorsun” diyordu aynadaki kendine. Artık tek tip ve tek renk giyiniyordu, evet siyah renk. Zayıf gösterdiği inanılan siyah giyimi o “ruh hâlimin yansıması olan renk” diye tercih ediyordu aslında. Sonuçta tartıdaki sayı hiç de zayıf göstermiyordu, biliyordu…
Artık çok sevdiği o takıları takmayı da bırakmıştı, makyajı desen korkunç görünen o yüzünde bir farklılık yapabilmek adına, “ben kendimi biliyorum, bari dışarıdaki insanları korkutmayayım bu tipimle” diye yapıyordu çoğu kez. Evet bu hâldeydi tüm psikolojisi, kendi kendine yaptığı bu eziyet yetmiyormuş gibi yolda gördüğü herkes ona bir akıl verme girişiminde bulunuyordu. “Çok akıl vermeyin sonra size kalmıyor!” deyip bağırmak çağırmak istiyordu, tüm nefretlerini kusmak istiyordu yüzlerine ama yapabildiği en fazla ağlamak, yemek, daha çok yemek ve her geçen gün koca cüssesinin içinde kaybolan umudunu düşünüp ölmeyi dilemekti…
(Devamı 30 Ocak’ta…)