Toplumumuzda yalnız başına zaman geçirilmesinin acınası bir hâl olarak algılanmasına şaşırıyorum çok uzun zamandır.
Belli bir kesim ise tek başına zaman geçirebilen insanlara çok özendiğini ama kendisinin yapmaya cesaretinin olmadığını anlatıyor…
Birinci hâli ele alalım öncelikle… Bence tek başına bir şeyler yapabilen yani kendisiyle verimli bir şekilde zaman geçirilebilen insan acınası hâlde olan değildir, tam aksine bunu yapamayıp yanında asla karakterine, kişiliğine, hayatına uygun olmayan kişilerle zaman geçirmek zorunda kalıyor olmasıdır üzücü olan. “Bülbül güle, karga çöplüğe götürür.” atasözünü de göze alırsak, sırf yalnız kalmamak için yanlış arkadaşlıklar, yanlış ilişkiler, sorunlu ayrılıklar ve hüsranlar yaşıyor olmalarına şaşırmamak lazım bazı insanların. “Bu tip insanlar yaşıyor da, diğerleri yaşamıyor mu Dilek?” diyebilirsiniz, elbette yaşıyor ama bu tarz hatalı arkadaşlıklar içinde bulunanlar kendilerine ders çıkarmasını da biliyor, sonraki ilişkilerinde daha temkinli yaklaşıyor, öğreniyor, olgunlaşıyor… Kısacası üzerine kata kata ilerliyor çünkü kendisiyle hep bağlantıda, kendisini dinlemeyi biliyor, neyi sevip, neyi istemediğinin bilincinde…
Körü körüne aynı hatayı yapıp suçu kadere atmak en kolayıdır, şüphesiz ki hayatımızın şekillenmesinde düşünce gücümüz, bakış açımız, öz eleştirimiz ya da öz değerimiz ciddi anlamda önem taşıyor…
Bu konuyla alakalı kendi hayatımdan örnek vereyim; ben tek başına maça, sinemaya, spora, alışverişe, kahve içmeye ya da yemek yemeye gitmeyi çok seviyorum.
Elbette arkadaşlarımla gittiğim zamanlarda çok.
Onlarla ayrı bir tadı varken kendi başınalığın apayrı bir tadı oluyor.
Mesela spor yaparken özellikle bana katılmak isteyen arkadaşlarım oluyor, kibarca reddediyorum çünkü o yaptığım sadece spor değil, aynı zamanda bir terapi benim için. İnsan bazen yürürken dinlediği bir şarkının sözünde bile aydınlanma yaşayabiliyor, çünkü o an sorgu, içsel muhakeme, iyiyi kötüyü yorumlama hâlinde oluyor. Kendinle zaman geçirmek, kendini dinlemek, aklından geçeni yazmak, bazen içsel konunun en derinine inmek, bazen ise sus pus oturmak ne gerekli bir ihtiyaçtır.
Kendisinden, ruhundan, hayallerinden kopuk bir insan nasıl iyi hissedebilir ki?
Herkesin ailesi, çocukları gibi öncelikleri olduğunu elbette biliyorum ama bir uçak düşmesi durumunda bile oksijen maskesini önce kendinize, sonra çocuğunuza tutun diyorlar değil mi? Çünkü diğer insanlara destek olmadan önce kendimize destek olabilmeliyiz.
İkinci hâl için ise lütfen biraz da kendi isteklerinize odaklanın, kendi sevdiğiniz şeylere.
Bununla alakalı oyuncu ve komedyen Yasemin Sakallıoğlu’nun bir videosunda izlediğim, bu konunun en güzel noktası olacak, anlayabilene ders niteliğinde olan sözlerini aynen buraya aktarıyorum…
“30. yaşımda bana bir şeyler oldu.. Derlerdi inanmazdım.. Kimisine gelmiyor, kimisi 40-50’de olsa o ayma noktası gelmiyorsa gelmiyor.. Bana geldi.. Bir şey oldu ve dedim ki ben azalacağım, kendime döneceğim...
30’a kadar herkese aşıktım, dostlarıma ölüyordum, yerlere yatıyordum, kendimden o kadar veriyordum ki… 30’dan sonra kendime aşık olmaya başladım. Kendime o kadar zor aşık oldum ki zaten, kendimi o kadar zor sevmeye başladım ki…
Sonra başkalarından sevgi azaltmaya başladım, bu size bencilce gelebilir ama sağlıklı olanın bu olduğunu düşünüyorum.
Başkalarını sevmekten kendimi sevmemişim, kendimle ilgilenmemişim, neyden hoşlanıyormuşum bilmemişim... Mesela ben kitap okumayı çok seviyormuşum. Ama arkadaşlarımla dedikodu yapmaktan, kitap okuyan tarafımı keşfedememişim…”
Sevgiler…