SİYASİ AHLAK VE DEMOKRASİ EKSENİNDE BAŞKANLIK.
Bilindiği gibi Siyaset, toplumu yönetme sanatı olarak tarif edilir. Toplumun huzur ve çok daha iyi koşullarda yaşamasını sağlamak üzere siyasete soyunanların topluma örnek olacak ahlaki değerlere sahip olması öncelikli şarttır
Çünkü toplumun kendilerini yönetmek üzere seçtikleri siyasetçiler, yönettikleri topluma toplumdan çok daha farklı geniş haklara ve dokunulmazlıklara da sahip olurlar. Bu da, görevlerini kötüye kullanmaları halinde önlerine önemli fırsatlar çıkartır.
İşte bu nedenle, siyaset yapacak olanların sokakta ki insanlardan çok daha üst düzeyde genel ahlak kurallarına ve en çok da siyasi ahlaka sahip olmaları zorunludur.
Bu kuralları dikkate almadan sahip oldukları siyasi olanakları, kendi ve çevresi için maddi veya siyasi çıkarlar sağlamak için kullanma fırsatçılığına dönüştüren siyasetçiler, toplumların güvenmek zorunda oldukları “Siyaset kurumunu da” yozlaştırırlar.
Böyle bir yozlaşma ise, bu siyaset kurumunun yönettiği toplum için tam bir felaketin habercisidir.
Günümüzün tartışmasız en iyi yönetim biçimi olarak kabul edilen Demokrasi dahi, beraberinde getirdiği geniş özgürlükler nedeniyle bu tür siyasi ahlaki yozlaşmalardan en çok etkilenebilecek bir yönetim biçimidir.
Onun içindir ki, demokrasiyi sağlıklı uygulamak için “Yasama”, “Yürütme” ve “Yargı” Kurumlarının birbirinden ayrı ve özgür görev yapması esas alınmıştır.
Bunları ve özellikle de siyaset kurumunu korumak ve denetlemek üzere de gücünü anayasadan alan “Danıştay”, “Yargıtay” ve “Sayıştay” Kurulmuştur.
Demokrasinin sağlıklı yürüyebilmesi, bu üç kurumun her türlü siyasi baskı ve güdümlemeden uzak kalarak bağımsız çalışması ve onlara bu olanağın tanınması, demokrasilerin olmazsa olmazıdır.
Demokrasilerin paratoneri kabul edilen bu kuruluşlar, bir şekilde siyaset kurumunun etkisi altına girerse, o rejimin adı demokrasi olmaktan çıkar ve demokrasinin sağladığı özgürlükler, demokrasi aracılığı ile diktatörlüklere yol açar.
Nitekim demokrasi adı altında halkın oyu ile siyasi iradeyi eline geçirmiş diktatörlerle yönetilen ülkeler uzakta değil, hemen yanı başımızda komşularımızdır.
Aslında hala en iyi yönetim biçimi olarak kabul edilen demokrasilerin, açık olduğu tehlikelere dikkat çeken dünden bugüne söylenmiş önemli saptamalar da vardır. Örneğin;
Politik ekonomist ve parlamento üyesi olan ünlü İngiliz Filozof John Stuart Mill (1806-1877), "Toplumun her bireyine eşit oy hakkı vermek, cehaleti bilginin önüne koymaktır",
Yine ünlü Yunan Filozof Eflatun (MÖ 429-347), “Siyasetle ilgilenmeyen aydınları bekleyen kaçınılmaz son, cahiller tarafından yönetilmeye mahkûm olmaktır.” Demiştir.
Demokrasilerin boşluklarına dikkat çekmiş bir başka söylem ise, “Demokrasilerin en başarılı olduğu toplumlar, eğitim seviyesi yüksek ve eşit olan toplumlardır” Sözleridir.
Demokrasinin tanıdığı özgürlüklerin yukarıda sözü edilen boşluklarından azami şekilde faydalanan ülkemizde ki siyasetçilerin, bu tespitlerden hiç hoşlanmadığı da bir gerçektir.
Demokrasi ve Başkanlık Sistemi.
Dünya da ülkelerin yönetiminde uygulanmakta olan siyasi rejimler içerisinde bir de “Başkanlık Sistemi” Vardır. Düne kadar ülkemiz de başkanlık sistemi için örnek gösterilen Amerika türü başkanlık sistemlerin de, başkanlar bizde ki Cumhurbaşkanları kadar dahi geniş yetkilere sahip değildir.
Nitekim Amerika’da ki sistem de, Başkanlar tek başına son kararları veren konumunda değildir. Aldıkları kararları onaylatmak zorunda oldukları bir Senato vardır. Kısacası, Amerika da, başkanlar yanında bir de meclis vardır.
O nedenle olsa gerek, ülkemizde düşünülen Başkanlık Sistemi için Amerika’yı örnek verenler, son günlerde bu söylemi terk etmiş ve ne olduğu belli olmayan kendi sistemimizden söz etmeye başlamıştır.
Aslına bakarsanız, ülkemizde uygulanması düşünülen Başkanlık Sistemine olumsuz yaklaşanların endişesi, Başkanlık Sisteminin bir diktatörlük yaratacağı korkusudur. Bu nedenle, diktatörlük konusuna da değinmekte yarar görüyorum.
Dünya da diktatörlükler genellikle bir askeri darbe sonrası oluşur. Diğeri, halk ayaklanmaları sonrası oluşan diktatörlükleridir. Bir diğeri ise, demokrasinin sağladığı özgürlüklerin kötüye kullanılması sonrası oluşur.
İlk ikisinde diktatörler askerdir. Sonuncusunda ise, diktatör bir sivildir. Bunların detaylarına girmek istemiyorum. Çünkü bu konulara ilgi duyan tüm okurlarımın coğrafyamızda ki diktatörlüklere bakarak hangisinin ne tür diktatörlük olduğunu bileceklerine inanıyorum.
Ancak geçen hafta yayınlanan bir köşe yazısından alıntılar yaparak, ülkemiz insanlarının bir yarısını korkutan sivil diktatörlüklerin nasıl oluştuğuna değinmek istiyorum.
Köşe yazarı Yılmaz Özdil geçen hafta ki “Führer” Başlıklı köşe yazısında, Almanya’da seçimle gelen Hitler’in bir süre sonra kişisel egolarını tatmin etmek için 2. Dünya Savaşına sokarak ülkesi Almanya’yı perişan eden ve onbinlerce Yahudi’yi katleden eli kanlı bir diktatöre nasıl dönüştüğünü anlatmaktaydı.
İşte bu yazıdan alıntılar;
FührerCumhurbaşkanımız “Başkanlık Sisteminden” bahsederken, Hitler örneği verdi. Elbette takdir ettiği için değil, olumsuz örnek olarak verdi. Ama özellikle gençlerimiz merak edebilir, Hitler nasıl başkan olabildi?
Ruh hastası Adolf, başbakandı. 1934’te bir referandum yaptı. “Hem başbakanlık makamını, hem cumhurbaşkanlığı makamını, ikisini birden üstleneyim mi?” diye sordu. Yüzde 90 evet çıktı. Führer oldu.
Bu referandumdan önce, Almanya’nın her tarafını bir numaralı posterle donatmıştı. Bu, “Kış Yardımı” nın posteriydi. Battaniyeye sarınmış bir fakir fukara yaşlı kadıncağızla bir garip gureba yavrucak ve onlara uzanan şefkatli kolları gösteriyordu. Üzerinde “Hiç kimse aç kalmamalı, hiç kimse üşümemeli” yazıyordu. Gayet netti… Bedava makarna verdi, bedava kömür verdi, Führer seçildi.
Führer Unvanını halkın desteğiyle yasal çerçeveye oturtan Hitler, 1936’da bir referandum daha yaptı. Aslında genel seçim yapılacaktı, referandumu genel seçimle birleştirdi. Bu, “Tek Sorulu bir Referandumdu.”
Birinci dünya savaşının sonundaki barış antlaşması gereğince, Ren bölgesi silahtan arındırılmıştı. Almanya’nın bu bölgede asker bulundurması yasaklanmıştı. Hitler’in referandumunda işte bu soruluyordu: “Ren bölgesini işgal edelim mi, etmeyelim mi?”
Yüzde 99 evet çıktı. Bu sonucun sonucuyla, hem parlamentonun tamamı Nazilerden oluştu, hem de 2. Dünya Savaşı çıktı.
Sapık fikirlerini halkoyuyla meşrulaştıran Hitler, 1936 referandumundan önce Almanya’nın her tarafını iki numaralı posterle donatmıştı. Üzerinde “Hiçbir Alman üşümemeli, Führer size 11,5 milyon metreküp kömür verdi, siz de oyunuzu ona verin” yazıyordu.
************************************
Başka bir yoruma gerek olduğunu sanmıyorum. Kendi ülkemin gerçeklerine bakıp da toplumun yaşadıklarını görünce içim yanıyor.
Türk’ün yoksulu, askerde ve şehit..
Kürt’ün yoksulu, dağda ve terörist..
Türk zengininin ve siyasetçisinin oğlu ya kıyak askerlikte, ya da raporlu ve askerlikten muaf…
Kürt siyasetçi ve işadamının oğlu, kolejlerde eğitimde..
Demokrasi rejiminin ruhunda uzlaşı ve ortak akıl vardır. Yapısında bir meclis veya senato barındırmayan, tek kişinin her konuda karar verici konumunda olacağı “Başkanlık Sisteminin” Demokrasi ile alakası olamaz.
Bugün Türkiye’de “Başkanlık” Sistemini getirmeyi olmazsa olmazı haline getirenlerin, Başbakanlık Kurumunu dahi çift başlılık kabul eden anlayışı ile düşünülen Başkanlık Sisteminin demokratik rejimde yeri yoktur ve o sistemin adı başka bir şeydir.
Tüm bu olanlara rağmen, ülkem de eninde sonun da ortak aklın hâkim olacağına ve ülkemin bu karmaşa ortamından aydınlığa çıkacağına olan inancımı koruyorum.
Biliyorum ki, bu ülke sıradan bir Arap ve Ortadoğu ülkesi değildir.
Ve biliyorum ki, bu ülke insanı Atatürk’ün devrimlerle halkına sağladığı özgürlükleri ve hakları tatmış ve özümsemiştir. Bu haklarından kolay kolay vaz geçmeyecektir.
Umutlarla dolu güzel bir hafta diliyorum.