Geçtiğimiz hafta ki köşe yazımda Ortadoğu’da kurgulanan oyunu ve bu oyunun senaryosu olan “Büyük Ortadoğu projesi’ni ( BOP) işlemiş ve bu senaryonun Eşbaşkanlığı görevi verilen Türkiye’yi de umarım etkilemez diye bitirmiştim.
Dileğim buydu ama etkilemeye başladığını herkes gibi bende gürüyordum. Zaten tüm Ortadoğu yeniden düzenlenirken ve bölgede ki ülkeler sömürgeci ülkelerin kontrolünde ki yönetimlere devredilirken, benzeri bir senayonun Türkiye üzerinde oynanmayacağını düşünmek biraz saflık olurdu.
Umudum ve dileğim yine aynı. Ne varki, bu projenin uygulamaya konulmasının tek amacının, bu bölgede ki zengin petrol kaynaklarının Amerika ve işbirlikçisi devletler tarafından kontrolünün olduğu bilinince, ülkemiz adına da endişe duymamaya olanak yoktur.
Tarihi sürece bakıldığın da görünen şey, Avrupa 1071 den itibaren Türklerin Anadolu’ ya yerleşmesini kabul edememiş ve Haçlı Seferleri Türkleri Anadolu’dan atmak için düzenlenmiştir. İstanbul’un fethi ise, Avrupalının Türk düşmanlığını daha da perçinlemiştir.
Osmanlı’nın önlenemez büyümesi ve dev bir İmparatorluk kurması onları bir süre durdurmuştur. Ama Osmanlı Hanedanı’nın son dönemlerde ki kötü yönetimi ile dağılmaya başlayan İmparatorluk üzerinde ki baskılar artmış ve sonunda da tam bir teslimiyet anlaşması olan “SEVR Antlaşması-1920” ile Osmanlının toprakları kâğıt üzerinde paylaşılmıştı.
Ancak Mustafa Kemal ile başlayan karşı duruş ve kazanılan Kurtuluş Savaşı sonrası 1923 de imzalanan Lozan Antlaşması ile Sevr Anlaşması geçersiz sayılmıştı. Son vatan toprağı Anadolu kurtarılmış ve üzerinde yepyeni son Türk devlet olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştu.
Yeni Türk Devleti 2. Dünya Savaşı’nın dışında kalarak bir başka tehlikeyi de atlatmıştır. Ancak 2. Dünya Savaşı sonrası başlayan soğuk savaş döneminde de Avrupa’nın ve bölgede çıkarı olan Amerika’nın Türkiye üzerinde ki hesapları sürmüştür.
Çünkü bölgede laik esaslar üzerin kurulmuş ve gittikçe güçlenen yeni Türk Devleti diğer ülkelere rol model olmaya başlamıştı. Ortadoğu’da çıkarları olan Amerika ve Avrupa bölgede güçlenen Türkiye’yi çıkarlarını yerine getirmesi açısından engel görüyordu.
Buna rağmen, Amerika Türkiye’yi bölgede ki güvenebileceği tek Müslüman ülkesi olarak gördüğü için iyi ilişkilerini sürdürüyordu. Çünkü bölgenin sayısal ve silah açısından en güçlü devleti Türkiye’ydi. Bu nedenle de bölgeyi kontrol altında tutabilmek için Türkiye’nin desteğine ihtiyacı vardı. Türk Ordu kademesi de Amerika ile yakın ilişkiler içersindeydi.
Ancak 1990 lı yıllardan sonra Türk Ordu Komuta kademesi, geçmişte yaşanan bazı sıkıntıları da dikkate alarak Amerika’ya bağımlı olmaktan sıyrılmaya ve ulusal çıkarlar yönünde tavır sergilemeye başlamıştı.
Amerika’nın kontrolünden çıkmış bir Türk ordusu Amerika’nın Ortadoğu’da ki çıkarlarını gerçekleştirmesine engel olabilirdi.
Geçen hafta ki köşe yazımda detaylıca anlattığım bir senaryo ile Amerika’nın önündeki en büyük engel olan Türk ordu kademesi düzmece belgeler ve gizli tanık ifadeleri ile cezaevlerine dolduruldu. Amaç Türk Ordusu’nu Türk Halkı’nın gözünden düşürmek için itibarsızlaştırılmasıydı. Ne yazık ki, bu şimdilik başarılmış gözüküyor.
Son 6-7 yıl içersinde bölgemizde ve Türkiye’de olanları birebir yaşadık. Bu süreçte akıl almaz işler olurken, toplumda ki umursamazlık ülkemizin geleceği adına ürkütücüdür.
Toplumun bu hale gelmesi de planlı bir uygulamanın sonucudur. Bunu bir köşe yazısında ünlü psikiyatri uzmanı Prof. Dr. Kerem Doksat çok güzel anlatıyor. Sanırım uzman bir hekimin bu yazısı toplumsal umursamazlığın en güzel açıklamasıdır diye düşünüyor ve bu yazının bir özeti ile sizleri baş başa bırakıyorum. Yorum ve karar sizin..
*****************************
REFLEKS KIRILMASI
Prof. Dr. Kerem Doksat / psikiyatrist
Cerrahpaşa Tıp Fak. Öğr.Üyesi
Bilirsiniz, ünlü Rus fizyolog Pavlov, köpeklerine et verirken zil çalar ve bunu çok kez tekrarlayınca, zil sesini işittiğinde et görmeden de köpeklerin salyası akmaya başlar. Bu, "şartlı refleks"tir.
Hayvanın doğasında olmayan bir uyarı (zil sesi), onu et görmüş gibi heyecanlandırmaktadır. Eğer sürekli olarak zil çalar ama hiç et göstermezseniz, bir süre sonra şartlı refleks biter. Onun için refleksin devamının sağlanması için uygulama devam ettirilerek refleks pekiştirilmelidir.
Bir gün Pavlov'un enstitüsünü su basar. Köpeklerin bir kısmı boğulur, bir kısmı da günlerce korkuyla titreşir. Çünkü ölümden zor kurtulmuşlardır.
Kurtarılabilenler tekrar enstitüye toplanır. Pavlov zil çalar, köpeklerde tık yoktur. Şu müthiş sonuca varır Pavlov:
Ağır travmalar, şartlı refleksleri yok etmektedir. Hayvan en doğal, en ilkel durumuna geri dönmektedir.
Bir yandan her gün güneydoğu şehitleri için "kanları yerde kalmayacak" denmesine rağmen kanlarının sürekli "yerde kalması", bir yandan "Ergenekon" denilerek büyük bir çoğunluğunun tek suçu "Atatürk ilkelerine bağlılık" olan insanların hapse atılmaları, bir yandan araba yakıp, polise taş atarak gelişen etnik kalkışmalar. Hepsini toplarsanız, temel güvenlik duygusunun artik zaten ortadan kalktığını görürsünüz.
Pavlov'un deneyimindeki gibi, ağır travmalarla bizim de şartlı reflekslerimiz (milli duygularımız ve tepkilerimiz) kırılıyor.
Emperyalistler sinsi savaşlarında psikoloji bilimini kullanırlar. Mesela Ermenilerle Türkler arasında ulusal bir düşmanlık mı var, orada psikiyatrisiler devreye girer ve bu düşmanlığın kökenlerini inceler.
İzlenen yol, ABD’nin tehdit olarak gördüğü ulusların ulusal bilinçlerinin, tarihlerinin ve benliklerinin silinmesidir. Etnik psikiyatrinin görevi bir ulusun ulusal bilincini, ulusal duygusunu ve reflekslerini nasıl yok eder? Bunun denenmiş, bir yöntemi vardır:
Önce, o ulusun tarihsel varlığını sorgulamaya açarsınız.
Farkındaysanız son on yıldır tam da böylesi bir dönemden geçiyoruz. Demokratik tartışma kültürü adına neyi tartışıyoruz ve bizden neyi kabul etmemiz isteniyor?
Diyorlar ki, "Siz soykırımcı bir milletsiniz! Ermenilere soykırım uyguladınız ..." Biz diyoruz ki, "Hayır, uygulamadık..” O zaman deniyor ki: "Tamam, madem uygulamadınız, bunu tartısalım, öyle sonuca varalım". Size de mantıklı geliyor, "Nasılsa suçlu değiliz, tartışmadan galip ayrılırız" diyorsunuz. Ama tartışma masası kurulduğunda eşit bir tartışma şansı olmadığını görüyorsunuz.
Bakıyorsunuz, tüm televizyonlar, gazeteler, bir kısım aydınlar sizin Ermenileri katlettiğinizi yaymaya başlıyor.
Kanıtları var mı? Elbette yok. Ama yalan bir kez yayıldı mı ve yalan söyleyenlerin sayısı da yeteri kadar çok oldu mu, gerçeğin sesi baskılanıyor.
"Hayır" diyorsunuz, "Gerçekleri bir de biz anlatalım", ama anlatamıyorsunuz. Çünkü tüm propaganda kanalları size kapatılmış durumda. İşte o zaman anlıyorsunuz "Tartışmaya açmak" denilen tuzağı.
Bu sürecin sonunda, ulusal gururu ve hassasiyetleri yüksek insanlar bile "acaba" demeye başlıyor”, "Acaba gerçekten Ermenileri biz mi katlettik” diye düşünmeye başlıyorsunuz. Ulusal benlikte ilk kırılma böyle yaşanıyor...
Psikolojik harbin etkisi büyük bir hızla bu şekilde yayılıyor. Sıra Kürtlere geliyor. Sizden tartışmanızı istiyorlar. Tartışma başlıyor ve yine kaybediyorsunuz.
Bir düşünün lütfen! Son dönemde neleri tartışmaya açtık ve simdi neredeyiz? Bugün misak-i milli'yi pek önemsemiyoruz. Kırmızı çizgileri umursamıyoruz. Türk dilinin önemi kalmamış.
Bu ülkede artık federasyon da olabilir, Ermenilerden özür de dileyebiliriz, Kürtlere biraz toprak da verebiliriz. Kısacası, ulusal varlığımıza ait çok şeyi her alanda kaybetmiş durumdayız.
Sırada ne var? Atatürk var elbette .. Mesela Türkler kendilerini kahraman bir ulus olarak mı görüyorlar? Onlara ne kadar korkak bir ulus olduklarını göstermek gerekir. Ya da Türkler Atatürk’ü çok mu yüceltiyorlar. Onlara Atatürk’ün ne kadar sıradan birisi olduğunu göstermelisiniz.
Çünkü önemli olan, ulusal önderleri yok etmektir. O halde, “Onun ne kadar zalim bir diktatör olduğunu tartışalım. Onun insani zaaflarını tartışalım. Hatta onun anasını bile tartısalım” diyorlar. Sonra sıra bizim ananıza da gelecek elbette.
İşte psikolojik harp budur.. Hiçbir insan kendisine, anasına, babasına, milletine, bayrağına küfrettirmez. En basit insan gerçeğidir bu. İlkokulda bir çocuğun anasına küfretmeye kalkarsanız, sizinle "anasının durumunu" tartışmaz. Bunun cevabı, suratınıza yiyeceğiniz bir yumruktur. Çünkü çocuğun en insani ve sıradan yanıdır bu.
Evet, psikiyatri uzamanı Prof. Dr. Kerem Doksat bunları söylüyor.
Hatırlayacak olursanız bu tehlikeyi ilk gören eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ olmuş ve göreve geldiği andan itibaren Türk Ordusu’nun psikolojik Savaşla itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını her platformda gündeme taşımıştı.
Cumartesi günü Hürriyet Gazetesi yazarı Yılmaz Özdil’in köşesine aldığı bir Silivri tutuklusu asker eşinin yazdığı çok duygusal mektupta yer alan bir cümle, yukarıda ki tüm satırlara haklılık kazandırıyor. Deniz subayının eşi mektubunun sonunda, “Her şeye katlanıyoruz da, tek üzüntümüz halkımızın bunu bizim şahsi bir mücadelemiz olarak algılayarak, bize bir şey olmaz mantığı ile duyarsız kalmasıdır” diyor.
İlk bölümde benim düşüncelerimi, sonra da bir uzmanın yazdıklarını okudunuz. Şimdi son on yılda ülkemizde olanları gözlerinizin önüne getiriniz ve olaylara bir de bu pencereden bakarak yorumunu sizler yapınız.
Umarım bu yazılanların hepsi kuşku ve hayaldir. İyi haftalar.