Birleşmiş Milletlerce göre sığınmacı (mülteci); “Irkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönmeyen veya dönmek istemeyen kişidir”.
İmparatorluk varisi olarak Türkiye, dış göçe yasal bir zemin hazırlamak için 1934’te 2510 sayılı İskân Kanunu’nu çıkarmıştır. Bu kanuna göre milli kimlik üzerinden bir yaklaşımla göç ve yerleşimlerle ilgili Türk soylu ve Türk kültürüne bağlı göçmen ve sığınmacılara yerleşim olanağı tanınmıştır. 1951’de Cenova Anlaşması’yla da Türkiye, sadece Avrupalı göçmenleri mülteci sıfatıyla tanımış, diğer göçmenlereyse geçici sığınma hakkı vermiştir. Nitekim 2006 yılında iskân kanunu değiştirilmiş ve yeni 5543 sayılı İskân Kanunu yürürlüğe girmiştir. Yeni kanun fazla bir değişiklik getirmemiştir. Ancak 2013 tarihli 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu kabul edilerek, bu kanun kapsamında Ekim, 2014’te Geçici Koruma Yönetmeliği çıkartılmış ve Suriyelilere özel “Geçici Koruma Statüsü Altındaki Kişiler” başlığıyla bir düzenleme yapılmıştır. Mart, 2013’te de Geçici Koruma Sağlanan Yabancıların Çalışma İzinlerine Dair Yönetmelik ile de Suriyelilere çalışma hakkı verilmiştir.
Körfez Savaşı’nda yüzbinlerce Iraklı sığınmacıları ağırlayan Türkiye, 2011’den beri de “açık kapı politikası” ile sayıları üç milyona dayanan Suriyeli sığınmacılara ev sahipliği yapmaktadır. Etnik terörizmin yanında sosyolojik ve ekonomik sorunlarla boğuşan; sanayileşememiş, gelişmesini tamamlayamamış; halkın çoğunluğu yoksul olan Türkiye’nin kendi sorunlarının yanında, sayıları üç milyona dayanan sığınmacı sorunuyla karşı karşıya kalması yeni sorunlara gebe diyebiliriz. Vatandaşlık vermenin uyum sorununun yanında sükûn ve huzuru bozacağı, faturanın Türk halkına kesileceği şeklinde bir algı oluşturacaktır. Diğer taraftan bu yalnız Türkiye’nin değil, dünyanın bir sorunudur. Onun için en acil çözüm Suriye Barışı’dır. Diğer yandan barışın tesisine kadar sığınmacıların BM çerçevesinde dağıtılması esastır. Aksi takdirde dünya, bu soruna gözünü kapayacak; Esad’a, İran’a, Rusya’ya ve PKK’ya ise gün doğacaktır. Nitekim boşalmış bir Suriye’nin kimin işine yarayacağı açıktır. İnsan haklarını istisna tutarsak aslolan Türkiye’nin âli menfaatleridir.
Geri Kabul Anlaşması ile çifte standarda maruz bırakılan Türkiye, -diğer Asya ve Afrika ülkelerini de hesaba katıldığında- adeta sığınmacı yurduna dönmüştür. İyisi bende, posası sende mantığıyla hareket eden Avrupa, insan haklarındaki sınavında bir kez daha sınıfta kalmıştır. Bu insanlık dramı karşısında kayıtsız kalınamaz, ancak sığınmacıların Türkiye’ye doldurulması da kabul edilemez. Türkiye açısından en acil çözüm sığınmacıların Fırat Kalkanı kapsamındaki bölgelerde ağırlanmasıdır. Öte yandan bu dramın sorumluları, başta Esad, Rusya, İran olmak üzere ABD ve Avrupa’nın önde gelen ülkeleri olduğu malumdur. Ancak bedel ödeyen Suriye’nin Sünni Halkı, Türkmenler ve Türkiye’dir. Dolayısıyla Türkiye’nin bu durum karşısında kayıtsız kalması mümkün değilse de, milli menfaatleri ve çıkarları doğrultusunda konuyu değerlendirmesi ve sorunu, bir iç mesele olarak algılamaktan ziyade uluslararası ilişkiler çerçevesinde ele alması elzemdir. Bu çerçevede öncelikle Geri Kabul Anlaşması gözden geçirmelidir. Diğer taraftan Şark Oyunu ile bölgede Türkiye’nin çıkarlarını açıkça sabote eden İran’ın acilen işbirliğine ikna edilmesi, aksi halde İran’a karşı uluslararası arenada aktif bir dış politika izlenmelidir.
Güç dengeleri açısından, başta Suriye olmak üzere Rusya ile ortak politika izlenmesi ülke menfaatleri gereğidir. Ek olarak İsrail ile olduğu gibi diğer bölge ülkeleriyle de ilişkilerin yumuşatılması Türkiye’nin hareket sahasını genişletecektir. Öte yandan Avrupa ile ilişkilerin rest politikasından çok, belli bir çıkar ve mantık çerçevesinde yürütülmesi de önem arz etmektedir.