30 Ekim 1918 tarihinde yapılan Mondros Mütakeresi ile ateşkes sağlanmış, Birinci Dünya Savaşı fiilen sonlanmıştı. Ancak işgal durmamış, önce İstanbul, sonra Musul ve ardından Anadolu yer yer düşman işgaline uğramıştı. Nâmüsait şartlar altında boyun eğmeyen Türk Milleti kadını, erkeği; kızı, kızanıyla bir olmuş, başta Çanakkale Zaferi’nin şanlı komutanı Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, onun silah arkadaşlarının etrafında toplanarak, İstiklâl Mücadelesi’ne başlamıştı. O günlerin şartlarında 12 Mart 1921’de TBMM’nin içinde:
“Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
‘Medeniyet’ dediğin tek dişi kalmış canavar!”
dizeleri yankılanıyordu. İşte bu dizeler, o günlerde Türk Milleti’nin, Türkiye’nin karşısında yer alan düşmanları tanımlıyordu. Kendilerini medeniyet ve demokrasi modeli olarak sunan Avrupa, o gün bir ulusu boğmak üzereydi.
Hiç hakları olmadığı halde Balkanlar, Transilvanya, Transkafkasya, Cezayir, Tunus, Trablugarb, Mısır, Arap Yarımadası, Hicaz, Irak, Suriye hariç Türklerden oluşan Kırım, Astrahan, Dağıstan, Girit, Kıbrıs, Batı Trakya, Ege Adaları, Oniki Ada, Batum, Halep ve Musul bir bir koparıldı. Kalan Türkler ya sürüldü, ya öldürüldü ya da insanlık dışı muamaleye maruz bırakıldı. Dünün medeniyet ve demokrasi bekçileri bugün yeniden hortladı!
Kendisini Avrupa’nın bir parçası olarak gören Türkiye, yüzünü Batı’ya çevirmiştir. Bu kapsamda 1856’da Avrupa’nın bir parçası ve 1963’te de AB’ye aday ülke sayılmıştır. Bu uzun maratonda Türkiye hâlâ aday iken Türkiye’nin gerisinde bulunan Yunanistan, İspanya, Portekiz ve Doğu Bloku’nun eski üyeleri AB’ye bir bir üye kabul olarak edilmiştir.
Güneş Ülkesi anlamına gelen Anadolu (Anatolya) uygarlıklar köprüsü olarak üç kıtaya ışık saçmıştır. Avrupa medeniyetinin beşiği olan Anadolu, kadim Avrupa’nın da merkezidir.
Türkler ise, Kavimler Göçü ile bugünkü Avrupa’nın etnik popülasyonunu şekillendirirken, Selçuklu ve Osmanlı ile de Avrupa’nın kalbine dek yürüyerek, Avrupa kültürünün şekillenmesinde önemli bir rol oynamıştır. Nitekim Türkiye İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu’nun varisi (III. Roma İmoaratorluğu, ki, Osmanlı –Selçuklu dahil- hakanları sultan-ı Rum ya da kayser-i Rum olarak anılmıştır). olarak tarihteki yerini almıştır.
Son haftalarda Avrupa’nın değişik ülkelerinde bakanlarımızı, dolayısıyla ülkemizi hedef olan onur kırıcı ve gayri ahlâki tutum ve davranışlara rastlanılmaktadır. Bir vatandaş olarak rencide olduğum ve üzüldüğüm bu olaylardan medeniyet ve demokrasi adına da utanç duydum. Öte yandan Ortaçağ’a özgü şekilde atlarıyla ve itleriyle masum halka yapılanlarsa tahammülsüzlüğün son haddini göstermiştir. Görünen o ki, Avrupa, savunduğu ilkelerin aksine şovenizme doğru yol almaktadır.
Görüldüğü gibi şaşalı ve süslü söz ve söylemlerle medeniyet ve demokrasi dersi verenlerin ne kadar ucuz duygu ve düşüncelere sahip olduğu ortaya çıkmıştır. Hiçbir ülke başka bir ülkenin vatandaşını, hele diplomatik dokunmazlık hakkına sahip olanları konsolosluğa girmesini engelleyemez. Viyana Sözleşmesi’ne aykırılık oluşturan bu durum, diğer taraftan insan hakları ve demokrasi ilkeleriyle de bağdaşmaz. Dolayısıyla Türkiye onurunu korumak için de her türlü alçaltıcı eylemlere karşı hazır ve uyanık olmak zorundadır. Tüm bunlara rağmen Almanya’da yaşayan 3 milyon ve Avrupa’da yaşayan 5 buçuk milyon Türk ve Türk kökenli soydaşın bekası ve ülkenin ulusal çıkarları da göz önüne alınarak, sağduyulu, ama taviz vermeden, onur kırıcı tutum ve davranıştan sıyrılmak zorundayız. Esas olan oyuna gelmemek, oyunu bozmaktır.
Tüm bunları topladığımızda bilgiyi tüketen değil, üreten bir toplum olmalıyız. İleri sanayi, özellikle de savaş teknolojisine sahip olmak ve acil olarak enformasyon çağına geçmek durumundayız. Yaşadığımız toprakların bekası ve barışın teminatı için güçlü olmak zorundayız. Güçlü olmanın yolu çok çalışmaktan, çok çalışmanın yolu vatanı sevmekten, vatanı sevmenin yolu birlikten, birliğin yolu da hoşgörüden ve demokrasiden geçmektedir.