İş bu yazı dizisi küçük bir öyküden oluşmaktadır. Küçüklerin omzuna yüklenen bir sorumluluğun sonucuna, yine küçüklerin gözüyle tanık olacağız şimdi:
“Bayırın ortasındaki düz sahada çocukların sesleri derin vadilere ve ormanlara dek yankılanıyordu:
-Mehmet ileri, ileri oğlum! Koş, koş…
-Mehmet, burdayım! Haydi oğlum! Gör beni, gör..
-Kör müsüm, burdayım işte! Pas ver, pas! Haydi Mehmet…
-Of ya of! Hep böylesin Mehmet! Paslaşmayı bilmiyorsun oğlum ya, bencilsin! Sen bu işten anlamıyorsun, of…
Maçın ilk yarısı sona ermiş ve ikiye bir yenik durumdaydılar. Güneş de gökyüzünü tam ortalamış, etrafı iyice ısıtmıştı. Çocuklar ter içindeydi. Az sonra kale değişimi yapacaklardı. Mehmet, elini alnına götürerek, tepeye, ormana doğru bakmaya başladı. Ardından Ali’ye dönerek:
-Haydi Ali, gidiyoruz. Bu kadar yeter. Koyunları boş bırakmaya gelmez, dedi. Ali de:
-Daha maç bitmedi ki, dedi? Bunun üzerine Mehmet:
-Hayvanların başına bir şey gelmeden gidelim, bence! Biliyorsun ki, koyunun biri bağlı, boğulursa görürüz günümüzü, dedi! Ali:
-İyi de maç n’olacak, dedi? Mehmet:
-Ne olacağı yok, gidiyoruz. Hem biliyorsun ki, babam top oynanmasından hoşlanmaz. Haydi, düş peşime, dedi.
Bu duruma çok bozulan diğer çocuklar Mehmet’in arkasından ‘mızıkçı, mızıkçı’ diye tempo tutsalar da, Mehmet onları umursamadan bayıra doğru çıkmaya başlamıştı bile. Ali:
-Abi ya, şunları yenelim be, dedi. Mehmet de boş ver anlamında ‘sert bir gel işareti’ yaparak, kardeşinin peşinden gelmesini istedi.
1990 yılının Haziran sonlarında hava sıcak olsa da, bayırı çıktıkça esen rüzgâr biraz olsun rahatlık sağlıyordu. Çocukların kızgın vücutları rüzgârla birlikte serinliyordu. Alnından akan terler, yanaklarına inmeden kuruyordu. Nefes nefese olsalar da çocukların kanlarının deliliği, onları yavaşlatmıyordu.
Bu sabah kahvaltıdan sonra anneleri koyunları otlamaları için çocukları meraya yollamıştı. Mera kasaba merkezine on beş ilâ yirmi dakika kadar bir mesafedeydi. Kasabalının hayvanları da burada otlardı. Ancak her ailenin kendisine mahsus arazisi vardı. Ne zaman güz gelir, sınırlar kalkardı. Hayvanların birbirine karışması gibi bütün çocuklar da birbirine karışırdı. Sisli ve çilesi havalarda hep beraber hayvan otlatırdı çocuklar…
Babaları kurban edilmek üzere iki koyun satın almışı. Zaten beş gün sonra da bayramdı.
Kasabada büyükbaş hayvan yetiştirilirdi aslında. Küçükbaş hayvan pek tercih edilmez, sadece kurbanlık olarak beslenirdi. İşte, Mehmet ile Ali’ye emanet edilen koyunlar da kurbanlıktı. Dolayısıyla çocuklar küçükbaş hayvana bakma konusunda deneyimli değildiler. Bundan olsa gerek, hayvanlar kaçmasın diye Mehmet koyunlardan birini kazığa bağlamıştı.
O gün kasabanın diğer çocukları maç tertip etmiş ve meranın aşağısında bulunan düzlük alanda buluşmuşlardı. Mehmet ile Ali’yi de maça çağırmışlardı. Mehmet pek istekli olmasa da, Ali’yi kıramamış ve bayırdan aşağı koşarak, maç sahasına inmişti. Ancak aklının bir yanı hep koyunlardaydı. Maça gelerek, koyunları tepede, ormanın dibinde bırakmıştı. Tek korkusu koyunun ipe dolanıp, boğulmasıydı!
Maç sahasından ayrılan iki kardeş bayıra doğru çıkarken, bir taraftan da maçın kritiğini yapıyorlardı. Yolun yarısına geldiklerinde, aşağıda yeniden başlayan maçı seyretmeye başladılar.”