Zamanla evdeki seslerin dozu iyice artmıştı. Bu durumu fırsata çeviren eltiler geri adım atmayı hiç mi, hiç düşünmüyorlardı. Fırsatını buldukça birbirlerine laf sokmayı adet haline getirmişlerdi. Öyle ki, lafların bazılarının Dudu teyzeye kadar uzandığı bile oluyordu. Bu durumda Dudu teyze, sağırı oynardı. Tesbih çekerek, zikir getirdi. Ama zikrin bir tarafında dua varsa, öbür tarafındaysa beddua...
Gelinlerin akıl almaz halleri yüzünden evin huzuru gibi, Dudu teyzenin de huzuru kaçmıştı. Vara yoğa ağlayan bir kadın olmuştu. Buraların deyimiyle sulu gözlü olup, çıkmıştı. Büşra; “büyükanne, neden ağlıyorsun” diye sorduğunda? Kadıncağız derin bir iç çekerek; “üzüldün mü a benim güzel kızım. Boncuk gözlüm, kıyamam ben sana” der ve torununun başını okşardı. Bazen; “seni gördüm, mutlu oldum”, bazen de; “büyükbaban bir başıma koydu be yavrum beni buralarda, ona ağlarım” derdi.
Dudu teyzenin derdi çoktu. İşin aslı dermanı da yoktu! Arada kalan iki oğluna mı yansın, yoksa kendine mi? Bunca yıl fitne nedir, fücur nedir bilmeyen iki kardeşin arasına bıldırdan beri bir soğukluk girmişti. “Göz mü değdi, yoksa büyü mü var, uşaklarımın üstünde”, diye de düşünmeden edemiyordu! “En iyisi kurşun döktürmek” diye geçirdi içinden. Sonra, “ah, ne vardı, sanki! Elkızları işte! Ciğeri yanan ben, gülüp, eğlenen elkızları, n’olacak? Olan bana oluyor, yavrularıma oluyor! Yandı, yavrularım, yandı. Yandı, ciğerim, yandı. Mahsus yapıyorlar, ben biliyorum. Kuzularımı birbirine düşürecekler. Allah’ım, bu günleri göstermeden canımı al. Al da, kurtar beni. Ölüm, ölüm kara ölüm, çabuk gel. Al da, Yusuf’un yanına koy beni” diye için için ağlıyordu!
Ağlamanın kimseye faydası yoktu. Olmazdı da. Dudu teyze küstü hayata. Şen olan yüzü, asıldı. İçi göynümüştü artık. Bir köşede saatlerce oturur, tesbihini çeker, sessizden mırıldanırdı. Bazen boş boş bakar, dalar giderdi uzaklara. Feri kaçmış gözlerinden akan yaşlar, buruşuk yanağından aşağı süzülür, tesbihinin saçaklarına düşerdi. Ama o buna hiç aldırmazdı, çünkü kendinden geçmişti. Geçmese de umurunda değildi, doğrusu! Huzur olmadıktan sonra…
Geçen zamanın dışında değişen bir şey yoktu, evde. İsmail’in gelmesiyle, Ayşe’nin dırdırı da başlardı. Adamın başının etini yerdi. Evde huzurlu bir halde akşam yemeğinin yendiği gün sayısı nerdeyse kalmamıştı. Yemek, yemek karın doyurmaktan başka bir şey ifade etmiyordu. Karın doyurmak bile neredeyse işkenceydi. Anlaşılıyor ki, sular durulmayacaktı. Gemi fırtınaya doğru demir alalı çok olmuştu.
İsmail ise, girdaba çoktan yakalanmıştı. Özgüveni zedelenmiş, kontrolünü kaybetmek üzereydi. Ama buna rağmen, direniyordu, teslim olmamak için mücadele ediyordu kendisiyle! Umutsuzca; “yenilmeyeceğim, yılmayacağım” diyordu. Sonra beş altı yıl geriye gitti. Ayşe’yi düşündü. Ne kadar çok sevmişti! Neler yapmazdı ki, onun için! Sonra ilk göz ağrısı, Büşra’sı doğmuştu. Ne kadar da mutluydular…
Babası Yusuf, öleli dört yıl olmuştu. Kolu, kanadı kırılmıştı adeta! Ayşe, yüklüydü o zamanlar. Doğum yapınca da rahmetlinin adını koymuştu oğluna, İsmail. İşte Ayşe’nin ilk söylenmesi de bundan sonra başlamıştı. Ama o zamanlar, böyle değildi. Söylenmesinin yerini de, zamanını da ayarlardı. “Babamın ismini koymakla iyi etmedim mi, acaba” diye düşündü? “Keşke, keşke”…
Mengeneye sıkışmış gibiydi, İsmail. Bir yanda karısı, diğer yanda çocukları vardı. Abisi vardı. Sonra anacığı. “Zavallı kadın, ne çekti be! Rahmetli babam az çektirmedi hani. Şimdi de karım ve yengem. Nasıl bir alın yazısı bu? İki adam, bir kadına sahip çıkamadık. Yuh bize, yuh olsun” diye söylendi. Ellerini başının arasına alarak, hıçkırmaya başladı ki, çocuklarının gözünün önünde ağlamak ağrısına gitti. Hemen toparlandı. Sertçe ayağa kalkarak, Ayşe’ye; “bundan böyle ayağını denk al, kendine dikkat et. Tepemin tası atmak üzere” deyip, çekip gitti. Ayşe ise şaşkın bir halde ardından öylece bakakalmıştı…