Nisan, 2010’da kaleme aldığım iş bu yazı dizisi ülkemizdeki sosyo-kültürel değişime paralel olarak, geniş aile yapısındaki kopuşu da simgelemektedir. Şöyle ki:
“1975, Nisan ortasında güneşin yüzünü yeni yeni gösterdiği bir Samsun sabahında çocuklar her zamanki gibi sokakta oynuyordu. Ecevit Hükümeti düşmüş ve yeni hükümeti kurma görevi bu defa Süleyman Demirel’e verilmişti. Siyasi kulislerdeki hareketlilik ister istemez çocukların iç dünyalarına da yansımıştı. Ama bu yansıma büyüklerinki gibi değil, aksine küçük yüreklere göreydi. Birbirlerine, tiplerine uygun olan parti liderlerini yakıştırırlardı. Böylece şakalaşmalar ve takılmalar gün boyu sürüp, giderdi!
Mahallenin çocukları genelde maç yapardı, ancak bazen değişik oyunlar da oynarlardı. Mızıkan çocuk; “Demirel, Demirel” diye bağırmaya başlayınca, karşısındaki; “Ecevit, Ecevit” diye mukabele ederdi. Diğer çocukların da olaya karışmasıyla kadro tamamlanıyordu! Artık sokak, sokak olmaktan çıkıp, meclisin koridorlarını dönüyordu! Demirelciler, Ecevitçiler, derken Türkeşçiler, nihayet Erbakancılar ile siyasetin nabzı bu küçük sokakta atıyordu.
Hançerli Mahallesi’nde bahçe içindeki iki katlı ahşap ev, siyasetin çok uzağındaydı! Son zamanlara kadar sokağa huzur saçan evin havası yavaş yavaş bozulmaya yüz tutmuştu.
Eskinin bu huzurlu evinde iki erkek kardeş altlı üstlü otururdu. Büyüğünün adı İbrahim olup, karısı Safiye, çocukları Sedat ve Fadik ile yaşardı. Kardeşi İsmail ise annesi Dudu, karısı Ayşe, çocukları Büşra ve Yusuf ile beraber alt katta otururdu.
İbrahim, kaportacıda kardeşine de iş bir ayarlamıştı. İki kardeş birlikte işe gidip, gelirdi. İki kardeşin bu zamana kadar olan dostane ilişkisi Dudu teyzeyi hep mutlu etmişti! Ahir ömründe çocuklarının mürüvveti için sürekli dua eder ve Allah’a yakarırdı!
Aradan geçen zarfta zamanın değiştiği gibi evin havası da değişmişti. Akşam, yorgun argın eve dönen bu adamların asıl işi, eve geldikten sonra başlardı. İki elti, sanki kavilleşmiş gibi azar azar, fakat mütemadiyen kocalarına, birbirlerini çekiştirirlerdi! Zamanla geçer, alışırlar diye umursanmayan bu hâl, bitmiyordu! Aslında olanlar İbrahim’i fazla enterese etmese de, İsmail’in ister istemez zarif ruhu eziliyor ve ızdırabı yüzüne yansıyordu.
Zamanla, İsmail’in ruhsal dengesi de değişmişti. Birkaç ay içinde artık gülmeyen, mutsuz, düşünceli bir İsmail peyda olmuştu! Ayşe’nin sözleri İsmail’in kafasında demir döven çekiç misali; “Gözünü aç, uyuma! Saf adam” diye donk donk donklardı! Karısına; “sus artık” dedikçe, Ayşe bu defa; “Gücün ancak bana yeter! Abin kadar olamadın. Adam karısını el üstünde tutuyor. Yazık benim kaderime, yazık” diye zırlamaya ve ağlamaya başlardı. İsmail, girdaba tutulmuş sandal gibiydi! Ezildikçe, eziliyor ve adeta kıvranıyordu! “El insaf”, dedikçe, Ayşe’nin tokat misali sözleri, suratında patlıyordu.
Sabriye’nin de Ayşe’den aşağı kalır bir yanı yoktu, hani! Ama İbrahim’in gerek umursamaz tavrı ve gerekse sert yüzü fren vazifesi görebiliyordu. Ancak Safiye, sabırlı bir kadındı. Ateşi yavaş yavaş harlamasını ve kazı yakmamasını iyi becerirdi! Öbür taraftan, sesi çok çıkana da, gözlerin çevrileceğini de bilirdi. Onun için, hiç mi hiç, acelesi yoktu!
Tüm bu olanlar karşısında Dudu teyze iki arada, bir derede kalmıştı! Küçük oğlunun yanında kaldığı için gelinini kırmamaya özen gösterse de, gelinlerin yaptıklarını hazmetmesi, özellikle Ayşe’ye katlanması pek kolay değildi!
Ara ara zamanın değiştiğinden, büyüğe saygı kalmadığından, kocanın adam yerine konmadığında dem vurarak, inceden inceye mesaj verirdi. Kendi gençliğinden misaller vererek, kaynananın ve kocanın kıymetini anlatmaya çalışırdı. Ama nafile!
Aslında, Dudu teyzeyi üzen ne yarınıydı, ne de elkızlarıydı. Asıl mesele çocuklarıydı ve en kötüsünü de hiç düşünmek istemiyordu! Ne vardı, sanki? Şu yalan dünya için değer miydi? Koskoca ev kime yetmiyordu ki! Herkesin kapısı ayrıydı, kesesi ayrıydı! Yoksa! Yoksa meselenin kökü kendisi miydi? Yük müydü, yoksa?