Kapitalist sistem üç aşamada irdelenebilir: Birikim Rejimi; birinci dönem olup, 19. yüzyılla Birinci Dünya Savaşı’nın arasını kapsar. Yoğun Birikim (Fordist) Rejimi; ikinci dönem olup, Birinci Dünya Savaşı ile 1973 yılı Petrol Krizi arasını kapsar. Yalın Birikim (Postfordist) Rejimi; üçüncü dönem olup, 1973 yılından sonrasını kapsar.
1970’lerde yaşanan yüksek enflasyon ve işsizliğin aynı anda görülmesi karşısında çaresiz kalan Keynesyen Yaklaşım gözden düşmüş, Philips Teorisi de çökmüştür. İngiltere’de M. Thatcher’in ve ABD’de R. Reagan’ın başını çektiği Neo-liberal politikalar, Kapitalizm’in yeni yıldızı olarak, yücelmiştir. Böylece sosyal ve refah devlet anlayışı da sorgulanmaya başlanmıştır.
Neo-liberalizm de üç aşamada irdelenebilir. İlki, askerî darbelerle ülkelerin iktisat politikalarının değiştirilmesidir. İkincisi, IMF’nin ve Dünya Bankası’nın güdümünde yabancı sermayenin istilasıdır. Üçüncüsü, toplumsal muhalefeti yatıştıracak sosyal yardım programları ve küresel sermayeyi etkin kılacak politikalar geliştirilmesidir.
Neo-liberaller kamu harcamalarının sınırlandırılmasını, bütçe denkliğini, sıkı para politikasını, özelleştirmeyi, sosyal ve refah devlet anlayışının tasfiyesini savunmaktadır.
Uluslararası sermaye hareketlerindeki serbestlik ve yeni teknolojilerin hızla artması (gelişmekte olan/ az gelişmiş) ulus devletleri sıkıştırmıştır. Uluslararası sermaye hareketleri ulus devletin doğrudan üretici, dağıtıcı ve düzenleyici rolünü ortadan kaldırmış ve ona geleneksel devlet alanına çekilmesini öğütlemiştir. Ulus devletin ekonomik ve sosyal alandaki egemenlik yetkisi sermayeyle bütünleşmiş olan uluslararası aktörlere geçmiştir. Çok uluslu şirketler iş gücü başta olmak üzere tüm maliyet unsurlarını asgari seviyeye çekmek amacıyla üretim aşamalarını dünyanın farklı bölgelerine taşımıştır.
Küresel sermayeye ve küreselleşmeye rağmen ulus devletlerin belirtilenin aksine hâlâ çökmediği ortadadır. Bu da küresel sermeyenin ulus devlete hâlâ ihtiyacı olduğunu göstermektedir. Küresel sermayenin ihtiyacı doğrultusunda ulus devletler dönüştürülmüş, yeniden yapılandırılmış ve yeni bir role büründürülmüştür. Gerçekten de, sermeyenin küreselleşmesi karşısında, emeğin küreselleşmediği, aksine ulusal sınırlar içine hapsedildiği görülmektedir.
Çok uluslu şirketler hem sermaye dolaşışımın serbestleşmesi, hem de teknolojik ilerlemeyle beraber küreselleşme sürecinin işlemesi bakımından önemli aktörlerin başında gelmektedir. İş gücü maliyetlerini düşürerek, rekabet gücünü artırmak isteyen çok uluslu şirketler, öncelikle koruyucu işgücü piyasasını ve iş mevzuatını hedef alarak, esnekleşmeyi savunmaktadır. Çekirdek işgücü dışında kalan tüm ücretlilerin (emekçilerin) çalışma koşullarında kuralsızlaştırma, esnekleştirme, enformelleşme, standartsızlaştırma, örgütsüzleştirme gibi bir sonuca varacak işgücü piyasası arzulanmaktadır. İşgücünün esnek kullanılması adı altında geçici çalışma, kısmî çalışma ve taşeronlaştırma uygulamalarının yaygınlık kazanması; işgücünün sermaye gibi serbestiye sahip olmaması ve buna bağlı olarak küresel bir emek piyasasının oluşmaması; üretimde küçük işletmeciliğin, uzmanlaşmanın ve hareketliliğin yayılması Neo-liberalizmin doğal bir sonucudur.
ILO, 1999 yılında 87. Uluslararası Çalışma Konferansı’nda küreselleşmenin yarattığı değişimin olumsuz etkilerine karşı “insana yakışır iş” kavramını seçmiştir. İnsana yakışır iş, çalışma yaşamında çalışanın temel haklarının korunduğu, yeterli bir gelir ve sosyal koruma sağlayan, üretken bir iş olarak tanımlanmıştır. Bu bağlamda insana yakışır işten iş edinme olanağı; özgür ortamda çalışma; geçindiren iş; işyerinde eşitlik, adalet ve güvenlik; insana değer verilmesi kavramlarını içine alan, insanî ve toplumsal değerleri esas alması beklenir.